34 kişinin öldürüldüğü Uludere katliamının üzerinden 38 gün geçtiğinde hâlâ bu katliamı gerçekleştiren sorumlular açığa çıkmış değildi. Yakınlarını kaybeden köylüler dışında gözaltına alınan da yoktu. Hayatlarının en büyük felaketini yaşayan Roboski köylüleri ise olayın peşini bırakmamakta kararlı. Köyden üç genç, Ferhat Encü, Garibe Ürek ve Hikmet Alma bu amaçla 4 Şubat’ta İstanbul’a geldi, Barış Meclisi’nin düzenlediği bir panelde yaşadıklarını ve hissettiklerini İstanbullularla paylaştı. Acıları çok taze olan bu gençlere başından itibaren katliamı nasıl yaşadıklarını, bundan sonrası için ne düşündüklerini sorduk. Filler KCK’yı bahane gösterip tepişirken en çok onların sesini duymaya ihtiyaç var…
Bombalamanın yaşandığı gün neredeydin?
Garibe Ürek: Ben İstanbul’daydım. Babam köyde, korucu; aldığı maaş belli, bize bakamıyordu. Annem ve dört kardeşimle altı yıl önce İstanbul’a geldik. Ailede tek çalışan benim, tekstilde asgari ücretle çalışıyorum. Bombalamada ölen nişanlım Adem 19 yaşındaydı, sınır işi yaparak 12 kişilik ailesine bakıyordu. Okula giden, üniversiteye devam eden kardeşlerinin geçimini o sağlıyordu. Bütün zorluklara rağmen düğün yapabilmek, hayallerimizi gerçekleştirmek için çalışıyordu. Evlendiğimizde birlikte kalacağımız evi tutmuştu, ev eşyası almıştı. Mayısta düğünümüzü yapacaktık.
Olaydan nasıl haberin oldu?
Garibe: Bir önceki gün Adem’le konuşmuştuk. Olayın olduğu gün, kontörüm yoktu, kartımı kardeşimin telefonuna taktım ve gecenin ortasına kadar bekledim belki arar diye. Bekledim, bekledim, aramadı. Sonra uyudum. Sabaha doğru saat 3’te annemin “Adem” dediğini duydum. Gözümü açtım, “ne oldu” diye sordum. Zeydan ve Orhan’ın vurulduğunu söyledi. Bütün gençlerin gittiğini, ama Adem’in de onların arasında olduğunu söylemedi bana. Sabaha kadar kayınpederimi aradım, sabah 6 gibi cevap verdi. “Baba ne oldu?” dediğimde bana “kızım, Adem’i traktöre koyduk, insanları üst üste yığmışız” dedi. O anda çığlık atmaya başladım. Hemen köye gitmek için yola koyulduk, ama cenazeye yetişemedik. Amcam Adem’in oturur yolu gözlermiş gibi vaziyette, gülümser halde öldüğünü, onu öyle bulduklarını söyledi. Onu son bir kere görme şansım olmadı. Amcamın iki oğlu da hayatını kaybetti. Amcaoğullarımdan Yüksel 17 yaşındaydı. Geçen yıl trafik kazasında yaralanan babasının yerine gidiyordu kaçağa. Ama ne yazık ki katırların üzerinde cesedi geldi.
Ferhat Encü: Ben 17 yaşındaki kardeşim Serhat’ı ve 11 yakın akrabamı kaybettim. İkisi amcamın oğluydu, ikisi dayımın oğlu, biri dayımın oğlunun oğlu, diğerleri de babamın kuzenlerinin çocukları. Ayrıca, birlikte büyüdüğüm, birlikte okuduğum can dostumu da bu olayda kaybettim.
Soldan sağa: Ferhat Encü, Garibe Ürek, Hikmet Alma
Sen olayı nasıl duydun?
Ferhat: Çukurova Üniversitesi’nde maden mühendisliği bölümünde okuyorum. O gün de Adana’daydım. Ertesi gün sınavım olduğu için erken uyumuştum. Gece yarımda babam aramış, duymamışım. Ama sabaha doğru dört buçukta uzun uzun çaldırınca uyandım. O saatte arayınca kesin bir şey oldu diye paniğe kapıldım. Telefonu açmadan, kötü bir şey olmasın diye dua ettim. Açtığımda babamın sadece şu sözünü duyabildim: “Oğlum, deprem vurdu bize.” Sonra da ağlamaya başladı. Gerçek deprem zannettim, meğer daha betermiş. Kardeşimin ve diğerlerinin öldüğünü duyunca telefon elimden düştü. Ev arkadaşlarım ağlama, bağırma seslerime geldiler, teselli etmeye çalıştılar. O saatte uçak yoktu, zaten param da olmadığı için mecburen otobüsle gittim. Yolda bin kere öldüm öldüm, dirildim. Kardeşimin cenaze törenine yetiştim, ama yüzünü göremedim. Aileme, özellikle anneme, kardeşlerime erken ulaşıp destek olamadım.
Sen de kardeşini kaybettin, değil mi?
Hikmet Alma: Evet, bombalamada ölen kardeşim Nadir 26 yaşındaydı. 11 kardeşiz. Ben evliyim, ailemden ayrı yaşıyorum. Kardeşlerimden biri Edirne’de, diğeri Tekirdağ’da asker. Nadir, iki asker kardeşimize ve üniversitede okuyan kız kardeşimize bakıyordu. Diğer kardeşlerimiz de köyde ilköğretime gidiyor. Evimizin tek çalışanı Nadir’di.
Sen ne iş yapıyorsun?
Hikmet: Ben de sınır ticareti işiyle uğraşıyorum. Çalışma çağına geldiğimden beri, yani 15 yıldır bu işi yapıyorum.
O akşam neler oldu?
Hikmet: O akşam ben gitmedim, Nadir gitti. Gittikten bir süre sonra beni aradı ve “Heronlar üzerimizde dolaşıyor” dedi, hatta “bu Heronların sesi biraz farklı, eskileri gibi değil” dedi. Ben de ona “ne olacak, Heronlar zaten hep üzerimizde dolaşıyor, korkmayın” dedim. 38 kişi gitmişti o akşam, bazılarının ikişer katırı vardı, bazılarının tek. Heronlar onları daha bizim köyün tarafındayken izliyor. Bizimkiler gidiyor, mazotu alıyorlar, Heronlar yine üstlerinde dolaşıyor, yani gidiyorlar, dönüyorlar, Heron hep üstlerinde. Televizyon seyreder gibi bizimkileri seyrediyor.
Dört saatlik bir kayıt olduğu resmen açıklandı zaten…
Hikmet: Dört saat bizimkilerin gidiş gelişi için fazla bile, Heron bizimkiler daha yola çıkmadan da izlemiş. Bizim taraftan kaç kişi yola çıktıysa, döndüklerinde de o kadardılar. “Aralarında PKK’liler olabilir” gibi istihbaratlar kesinlikle yalandır.
Ticaret için genelde ne sıklıkla geçiyorsunuz sınırın öteki tarafına?
Hikmet: Getirdiğimiz bir yük mazotu harcamadan ikincisine gidemiyoruz. Onu satacağız ki ikincisini getirebilelim. Paramız olmadığı için evde fazladan biriktiremiyoruz. Boş bidon da yok. Onun için, üç-dört gün aralıklarla yük almaya gidiyoruz.
Toplantıda “biz kaçakçılık değil, amelelik yapıyoruz” dedin…
Garibe: Kaçakçılık dediğin gizli yapılır. Bizimki apaçık ortada.
Hikmet: Bizim gidiş-gelişlerimizi karakol da, asker de görüyordu, biliyordu. Kaçak bir şey değildi yani.
Köyünüzde bu iş kaç yıldır yapılıyor?
Hikmet: Babam da, dedem de bu işi yapıyordu. 15-20 yıl öncesine kadar, erzağımızı, yani günlük ihtiyaçlarımızı Irak’tan getiriyorduk, Cizre, Şırnak taraflarından hiçbir şey gelmiyordu. Katırımızla sınırı geçip yiyecek, içecek, ne ihtiyacımız varsa Irak’tan getiriyorduk.
Kaç haneli bir köy Roboski?
Hikmet: Yaklaşık 400 hane var, nüfus 3 bin 500 kişi kadardır. Aslında, belde olması gereken bir köy.
Köydeki koruculuğun geçmişi nedir?
Hikmet: 1987’den beri koruculuk var bizim köyde. Ama toplamda 100 korucu yoktur.
Bugüne kadar sınırdan ticaret yapılırken askerin öldürdüğü kimse var mı?
Hikmet: Hayır, yok, zaten askerler biliyor. Defalarca yanımızdan geçiyorlardı. Dönem dönem iyi komutanlar oluyordu, “ne durumda olduğunuzu biliyoruz, silah falan getirmeyin, işinizi yapın” diyorlardı.
Garibe: Zaten köylüler gündüz saatlerinde gidiyorlardı, askerin yüz metre mesafesinden geçiyorlardı. Sınırın geçildiği tek bir yol var, yasak olsaydı, “izin vermiyorum kardeşim, gidemezsiniz” derler ve engellerlerdi. Operasyona gidecekleri zaman köylülere haber veriyorlardı, “operasyona gideceğiz, çocuklarınız var mı” diye. Ama bu defa hiç haber vermediler.
PKK’lilerin de aynı yolu kullandığı hiç olmuş muydu?
Hikmet: Hayır. Sivil halk, yani biz işimizi rahat yapalım diye o yolu hayatta kullanmazlardı. Zaten yolun ortasında, Karaçalı, Beyaztepe, Düğündağı, Bıçaksırtı askerî üs bölgeleri var. Hepsi bu yolu görüyor. PKK’lilerin o yoldan fiziken de geçmesi zor. Herkes onun sivil yolu olduğunu biliyor.
Garibe: PKK’liler köylülerimizin başına böyle bir şey gelmesin diye o yolu kesinlikle kullanmıyordu.
Hikmet: PKK o yolu kullanmış olsa, devlet mayın döşerdi, tuzaklar koyardı, tel örgüler koyardı. Ama hiç öyle bir sıkıntı yoktu. Biz o yolu çarşıya gider gibi kullanıyorduk.
Bu işi yapmaya devam edecek misiniz?
Hikmet: Ben artık yapmıyorum, ama köylüler şimdi de aynen devam ediyor, çünkü başka alternatif yok. Yani ne yiyelim? 11 nüfuslu bir aileden bahsediyorum, ikisi asker, dördü öğrenci. Tek kişi bakıyordu bu aileye. E ne yapsın? Bizim orası dağlık alandır, ekilecek tek karış toprak yok, hayvancılık yok. Köyün yarısını askerî bölge işgal etmiş zaten, tabur var, alay var, karakol var. Devlet köyün yarısını bırakmış bize. Orada ne yetiştirelim?
Gözaltına alınan köylüler niçin alındı?
Hikmet: Beş kişi tutuklandı, içlerinde amcamın oğlu da var. O da üç amca oğlunu kaybetti bu bombalamada. Babası da yıllar önce mayına basıp ölmüştü. Kaymakama vurduğu iddiasıyla tutuklandı, şimdi Şırnak cezaevinde.
Kaymakam geldiğinde sen orada mıydın?
Hikmet: Evet, oradaydım. Kaymakam daha gelmeden önce, herkes muhtara, köyün ileri gelenlerine “Binlerce insan var burada. Devletle, hükümetle ilgili kimse gelmesin. Bizim öfkemiz büyüktür” diyordu. Ama birileri ısrarla kaymakama “git” diyordu herhalde. 34 kişinin taziyesi vardı. Gençler taziye çadırının dışındaydı. Kaymakam içeri girmiş. Gençler tanımıyor kaymakamı. Kaymakama gel diyenler, kaymakamı kolundan tutup taziye çadırının kapısına getiriyorlar, gençlere “kalkın kalkın kaymakam geliyor, yolu açın” diyorlar. O sırada gençler “bu kaymakammış” diyor. Yoksa kaymakamın kim olduğunu bile bilmiyorlardı ki.
Köylülerin katliamla ilgili yaşananları kamuoyuna duyurma çabalarını engellemeye yönelik bir baskı var mı?
Ferhat: Kesinlikle, devlet bizim oradaki taraftarlarına “gidin onlara söyleyin, fazla üstüne gitmesinler, yoksa gözaltına alırız, tutuklarız” diyor.
Kim diyor bunu?
Ferhat: Bunu diyenler askerlere yakın insanlar. Gelip bize “sonuçta çocuklarınızı kaybetmişsiniz, daha kötü şeyler de olabilir” diye uyarmaya çalışıyorlar. “Gazetecilere konuşmayın, eşelemeyin” diyorlar. Bunu açık bir şekilde dile getirmeseler de, kimin söylettiğini biliyoruz. Daha iki gün önce benim için “o artık toplulukların içine girmesin, konuşmasın, yoksa tutuklarız” demişler. Kaymakam olayına ben karışmadım, ama demeç verdiğim için ben de aranıyorum şu anda. Kaymakam olayında ben insanları yatıştırmaya çabalamıştım. Ama verdiğim demeçler nedeniyle aranıyorum.
Medyanın olayı yeterince ve doğru aktardığını düşünüyor musunuz?
Ferhat: Köyde herkes kendi acısıyla uğraşıyordu, o yüzden, televizyonlar olayı nasıl verdi, bilmiyorlardı. Ama ben Adana’dan Uludere’ye otobüsle giderken televizyonları seyrettim. O günün sabahında ise Roj TV her şeyi tüm çıplaklığıyla vermişti. Fakat mesela TGRT Haber gibi kanallar, üzerinden 16 saat geçmesine rağmen, olayı “köylülerin iddiası” olarak veriyordu. Akşam saat 4’te, 5’te diğer televizyonlar görüntü vermeye başladı ve hâlâ “iddia” deniyordu. Genelkurmay’dan bir açıklama bekliyorlardı. Hüseyin Çelik’in olayı teyid etmesiyle, televizyonlar “operasyon kazası” demeye başladı. Herhangi bir görüntü, canlı bir bağlantı yoktu, bir-iki kanal dışında kimse de yoktu. Eskiden, haberleri izlerken ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu sorgulardık. Kendi başımıza gelince, verilen haberlerin ne kadar yalan olduğunu hissettim. Meğerse bütün haberleri yalanmış.
Toplantıda, bombardımanda farklı bir maddenin de kullanıldığından bahsettin; kastettiğin neydi?
Hikmet: Ben akşam cesetleri almaya giden grubun içindeydim. Cesetleri almaya giden herkes zehirlendi. Hepimiz kusuyorduk, elimizi yüzümüze süremiyorduk, yanma oluyordu. Bombalamada kimyasalın da kullanıldığını düşünüyoruz. Cenazelerimizi aldıktan ve otopsiye götürdükten sonra, devlet olay yerine helikopterlerle asker götürdü ve ne kanıt varsa yok etmeye çalıştılar, yaktılar. Napalm bombaları vardı. Ben patlamamış bir tanesini gördüm, bir buçuk metre uzunluğundaydı. İşte onları yağdırdılar onların üzerine.
Cesetler üzerinde bu yönde bir iz var mıydı?
Hikmet: Cesetler yanmıştı zaten. Ceset diye bir şey yoktu. Hayvan parçalarıyla insan parçalarını bir arada mezara koyduk.
Köye gelen heyetler kimyasalla ilgili inceleme yaptı mı?
Ferhat: Köye gelen hiçbir heyet olayın yaşandığı yere gidemedi; askerler izin vermedi. Cenazeler alındıktan sonra sivil toplum örgütleri olayın yaşandığı yere gitmek istediler, ancak izin alamadılar. Otopside bu konuda örnek alınmış mı, bilmiyorum, ama sanmıyorum.
Hikmet: Sonuçta, kaymakam hükümetin elinde, savcı onun elinde, ordu onun elinde, doktor onun elinde; her şey AKP’leşmiş. Devlet örnek almış mı, almamış mı, hepsi boştur. 38 gündür olayın aydınlanmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Yoksa, ne olduğu ilk günden bellidir, Heronların görüntüleri ellerinde. Biri cep telefonuyla konuştuğunda hemen çıkarıyorlar, ama kim bombalama emrini vermiş, çıkaramıyorlar. Senaryo üzerinde çalışıyorlar, ama yapamıyorlar da. Çünkü başka bir izahı yok bu işin.
Ferhat: Şu anda “olayı nasıl kapatabiliriz” arayışı içindeler. Olayın senaryosunu hazırlamakla meşguller, buna basın da alet oluyor. Benimle ilgili bir haber çıktı, öldürülen insanların içinde olduğumu gösterdiler. PKK propagandası yaptığım şeklinde haber yaptılar. “Orada ölenler PKK’liydi” dediler. Gazeteciler nereden ulaşmışlarsa ulaşmışlar, herhalde polisler yardımcı olmuş, bu insanları nasıl karalayabiliriz diye çabalamışlar. Allah’tan, olay esnasında orada olmadığım, yaşadığım hemen anlaşıldı. Ama ölenlerin içinde olsam, hakkımda halen sürmekte olan bir dava var, onu bahane göstereceklerdi.
Siz bu bombalamadan kimin sorumlu olduğunu düşünüyorsunuz?
Ferhat: Bu olayın Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde gerçekleştiğine inanıyoruz. Sorumlu olarak kesinlikle siyasî otoriteyi görüyoruz. Bunu yapanları ortaya çıkarabilecek olan başbakandır. Demokratik bir ülkede bir insan güvenlik güçleri tarafından öldürülmüşse, Savunma bakanı çıkıp istifa eder. Bu olay başka bir ülkede olsaydı hükümet düşerdi. 34 suçsuz insanın katledilmesi söz konusudur. Bir jandarma komutanı veya bir alay komutanı veya bir valinin istifasıyla yetinirlerse, kesinlikle bunu kabullenmeyeceğiz. Bir zincir içinde oluşmuş bir olay olduğu için en tepedeki sorumlu Genelkurmay’sa, o hesap verecektir. Ancak bu şekilde ikna olabiliriz. Karşımızda bir karakol komutanı, alay komutanı çıkarıp “bunlar yaptı” derlerse kesinlikle kabul etmeyeceğiz.
Tazminat konusuna nasıl yaklaşıyorsunuz?
Ferhat: Bu olayın faillerini bulmadan, daha bir kişi bile sorguya alınmadan, bir kişi bile görevinden uzaklaştırılmadan tazminattan bahsedilmesini onur kırıcı görüyoruz. Bütün aileler böyle düşünüyor. Olayın failleri bulunup cezalandırılana kadar kesinlikle tazminatı kabul etmeyeceğiz. Bunlar gerçekleştikten sonra gelip ailelerle konuşulursa kabul edebiliriz.
Acınız şu an çok taze ama, bu olayın ardından geleceğe dair ne hissediyorsun?
Garibe: Artık hayata dair hiçbir umudum, hayalim, yaşama sevincim kalmadı. Bütün hayallerim nişanlımla beraber gömüldü. Kendimi öldürmeyi çok düşündüm. Ama sırf bu mücadeleyi sürdürmek için, bu olayın faillerini bulabilmek için ayakta durmaya çalışıyorum. Ayakta duracağım da.
Söyleşi: Hamza Aktan / Express