Bölgemizin tanınan yazarlarından Ömer Polat'ın Doğubayazıt'a ziyaretinde araştırmacı yazar Nihat Gültekin ile görüşerek bir söyleyişi yaptı; yapılan söyleyişi şöyle;
1-& N.G- Sayın Polat, nerede doğdunuz? Yaşadığınız ili, ilçeyi, köyü anlatır mısınız? Hangi sürece kadar köyde kaldınız?...
Ö.P- Bin dokuz yüz kırkların başlarında doğmuşum. Yılı ve günü bilinmiyor. O zamanlar bilinip de ne olacaktı? Köyde doğum günümü mü kutlayacaklardı! Babam kırk beşte yazdırmış nüfusa. Ama bunun doğru olmadığı da bizim köye okul yapılıp, babam da beni okula yazdırmak isteyince çıktı ortaya. Dört yaşında gözüküyordum. Okula gidemezdim. Ama gittim. Öğretmenimiz bizim evde kalıyordu. İdare etti. Ama bir bahar günü, koyunlar kuzulayanda doğmuşum. Anamın yalancısıyım. Yani bir nisan ayında doğmuşum. Günü belli değil
Ortaokula Ağrı'da başladım. O zamanlar Ağrı'nın hiçbir kasabasında ortaokul yoktu da ondan. Doğubayazıt'tan, Patnos'dan, Tutak'tan, Eleşkirt'ten ortaokula yazılan çocuklara babaları ev tutuyorlar, birkaç çocuk bir arada kalıyordu. Biz kasabalardan, köylerden gelen çocuklar için Ağrı uçsuz bucaksız, ürkütücü bir kent gibi geliyordu.
Ortaokul'a başlamak için babamla okula gittiğimizde, yaşım dokuz gösteriyordu nüfus kâğıdımda. Oysa ortaokul yaşının on iki olması gerekiyordu. Mahkemeye gitmek zorunda kaldık. Yaşım on ikiye çıktı.
Ortaokula başladığımız gün, gün gibi aklımda. Okul bahçesinde öğretmenler bizi sıraya dizdiler. Öyle boy sırasına göre değil. Önde kızlar.Kızların en ön sıralarında subayların, valinin, memurların kızları. Sonra diğer Ağrılı kızlar. Kızların arkasına biz oğlanlar. Bizim en önümüzde yine aynı sınıflandırma. Biz köy çocukları en arkada. Öğretmenler bizi nasıl tanımışlardı dersiniz? Kolay. Gözlerimizden. Üstümüzden başımızdan.
Sınıflarda sıralara da aynı biçimde oturttular. Benim boyum çok küçüktü o zamanlar. Lisede uzadım. En arkadan ikinci sıradaydım. En öndeki kızlar dönüp dönüp bize bakıyorlar, kendi aralarında konuşarak kıkırdıyorlardı. O derste kaçıp gitmeği öyle çok istedim ki!
Sonra ilk ders. Sınıf öğretmenimiz. Tek tek adlarımızı soruyor. Kürt çocuklar Hasan değil Hesen diyorlar adlarını. Musa, Mısa. Ömer, Amer. Öndekiler gülüyorlar.
Bunun bir sınıf ayrımı, bir ırka ayrımı olduğunu çok sonraları anlıyorum. Subay ve yüksek memur çocukları birinci sınıf, eşraf çocukları ikinci sınıf, kasabalı çocuklar üçüncü sınıf, köy çocukları dördüncü sınıf. Bütün Kürt kökenli çocuklar ise beşinci sınıfa aittiler. Ben dördüncü sınıftım. Şansım varmış. Ya, Kürt olsaydım?
2- & N.G- Yaşadığınız bölgede, yaşadığınız topraklarda halkların birbirleriyle olan ilişkileri açar mısınız?
Ö.P- Benim doğduğum yerlerde Kürtler çoğunluktaydı. Aşiret yapısı hüküm sürüyordu. İnsanlara Hangi aşirettensin? diye sorulur, kişiliği hakkında aşiretine göre karar verilirdi. Bizim kasabada on dört Türk köyü vardı. Ermenilerden boşalan köylere yerleştirilmişlerdi.
Bizim köy karışıktı. Türk, Kürt, Acem bir arada yaşıyorduk. Anası Kürt, babası Türk olan mı dersin, anası Türk ya da acem, babası Kürt olan mı dersin, de. Köyümüzde Türkçe dili egemendi. Türkçe bilmeyenler ki bunların çoğunluğu Kürt kadınlardı, onlar başlarıyla konuşurlardı.
Babam köyün en zenginiydi. Topraklarımız, çayırlarımız çoktu. Babam hep Kürtlere iş verirdi. Öbürlerine güvenmezdi nedense.
Babam 1953 yılında pille çalışan bir radyo aldı. Köye dışarıdan gelen ilk aletti. Bir anlamda jandarmadan sonra, devlet de girmişti köye. Köylüler, özellikle de yaşlılar o aletin içinde şeytan olduğuna inanırlardı. Ankara'da konuşan bir adamın bizim köye sesinin gelmesine inanmazlardı. Kendi açılarından haklıydılar. Ama Erivan radyosunun Kürtçe program başladığında başlar öne inerdi. Ağıtlara Kürt kadınlar ses sese katarak ağlar, Kürtçe bilmeyen kadınlar ise Kürt kadınlara bakarak ağlarlardı.
Ben babamdan Kürtlerin mert, yiğit, güvenilir olduğunu öğrendim. Ünlü hırsızları da vardı Kürtlerin. Onların hırsızlıkları masal gibi anlatırdı.
O yıllarda Kürtler Demokrat partili, Türkler ise CHP'liydiler. Yani devletin partisindendiler. Devlet halklar arasına partilerle girdi. Ayrımcılık öyle başladı. Devlet Ağrı ve Zilan başkaldırılarını unutmuyordu. Bizde destanlaşan bu başkaldırılar devlet için geleceğin korkusuydu.
3-& N.G- Öğrenim durumunuzu açar mısınız? İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite öğreniminiz döneminde yaşadığınız süreçleri anlatır mısınız?
Ö.P- İlkokulu köyümde. Ki bizim okul Sara göl'deki ilkokuldu. Kürt köylerinde ise hiç okul yoktu. İyi ki yokmuş. Neyse ilkokulu köyümde, liseyi Ağrı'da okudum. Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde ise Alman Dili ve Edebiyatı okudum.
4-& N.G- Almanca öğretmenliği yaptığınız dönemde yaşadığınız süreci açar mısınız?
Ö.P- İlk Bingöl Lisesine tayin oldum. Ben istedim. Batı'da öğretmen olmak istemiyordum. Daha sonra ise Ankara'da çalıştım.
5-&- N.G- 12 Mart 1971 döneminde görevinden uzaklaştırıldınız. Bu süreç nasıl gelişti, nasıl sonlandı....12 Mart 1971 Darbe döneminde iki yıl cezaevinde kalmışsınız, hangi cezaevinde neden kaldınız?
Ö.P- İlk Bingöl Lisesinde öğretmenken on arkadaşla, ki bu arkadaşların yarısından çoğunu tutukevinde tanıdım, tutuklandık, Diyarbakır'a götürüldük. Güzel günlerdi. Gülmeyin. O cezaevinde kimler yoktu ki! Musa Anterler, Tarık Ziyalar, İsmail Beşikçiler.
Tutukluluğumuz uzun sürmedi ne yazık ki! Bingöl'de deprem olmuştu. Deprem bizi tahliye etti. Üzülmüştüm cezaevinden ayrılmaya.
Daha sonra Ankara'da Ömer Ayna'ya yataklıktan tutuklandım. Herkesin geçtiği işkenceler, ardından Mamak Cezaevi. Cezaevi yaradı bana. O zaman başladım Mahmudo ile Hazel'i yazmaya. Koğuş arkadaşlarım kurşun kalemle roman yazdığımı görünce dalga geçiyorlardı benimle. Onlar ranza sohbetlerinde emperyalizme karşı savaş verirken, ben oturmuş roman yazıyordum. Onlar Marks, Engel Lenin okuyorlardı, ben roman yazıyordum, gülünmez mi? Onlar da gülüyorlardı işte. Sonra mahkemeler, işsizlik yılları.
6-&-N.G- Cezaevinden sonraki işsizlik yıllarınız...Ve tekrar öğretmenlik süreci....
Ö.P- Cezaevi ve süren mahkemeler ve otel kâtipliği, bir gazetede düzeltmenlik. İki yıl da öyle geçti. Sonra yeniden öğretmenlik. Cezam afla son bulmuştu. Önce Kızılcahamam Lisesi, Ankara.
7-&-N.G- Ne zaman Almanya ya gittiniz? Bonn Basın Ataşesi olarak Almanya da görevlendirme sürecini anlatır mısınız?
Ö.P- 1978 yılında Ecevit hükümeti döneminde Almanya maceram başladı. Aslında gitmek istemiyordum. Ankara kaynıyordu o zamanlar. İki kez ölümden kıl payı kurtuldum. Çaresizdim. Türkiye Cumhuriyeti Almanya Büyükelçiliğinde Kültür Ataşeliğini kabul ettim. Almanya maceram böyle başladı.
8-&-N.G- 12 Eylül 1980 darbe dönemini nasıl karşıladınız? Başınıza gelenler, süreç nasıl işledi.
Ö.P- Ben dört yıllığına gitmiştim. Dört yıl bitecek, Türkiye güllük gülistanlık olacak, kurt kuzuyla otlayacak, ben de elimi kolumu sallayarak yurduma dönecektim. Güllük gülistanlık oldu da. 12 Eylül geldi. Daha gideli iki yılım dolmamıştı. Evren hükümeti bir hafta içinde Ankara'ya dönmemi istiyordu. Beni çok özlemişlerdi belli. Oğlum bir Alman hastanesinde ağır hasta yatıyordu. Dönmedim.
9-&-N.G- 1982 yılında Almanya da çocuk uyumu üzerine projeler üreten Krefelder Modeldeki çalışmalarınızı anlatır mısınız?
Ö.P- İlk iki yıl Krefelder Model adındaki güçlü bir projede çalıştım. Güçlü bir kadrosu vardı. Bilim adamları, pedagoglar ve eğitimcilerden oluşan bir kadro. Projenin tek amacı vardı: Göçmen çocuklarına anadillerini en iyi biçimde öğrenmeleri. Bunun yanında göçmen çocuklarına derse giden Alman öğretmenleri de eğitmek. Göçmen çocukların (Türk, Kürt, Arap vb) anadillerini öğrenirken sağlıklı biçimde kendi kültürlerini de kavramasını sağlamak. Bunu dışında Türkiye'de öğretmen olup da Almanya'da Türkçe dersine giden öğretmenleri de eğitmek, onların Alman Eğitim Sistemine uyumunu sağlamak. Bu arada hem projede çalıştım hem de Bir Alman Lisesinde uygulama öğretmeliği yaptım.
10-&- N.G- 1984 yılı, Almanya da Türkçenin ikinci dil olarak okutulduğu bir okuldaki öğretmenlik yılları...
Ö.P- Bu proje devam ederken Türkçenin 2.yabancı dil olarak okutulmaya başlanacağı bir Alman Lisesi'nde öğretmenliğe başladım.
Göçmen çocukları beşinci ve altıncı sınıflarda haftada iki saat din bilgisi, iki saat de anadil dersi alıyorlardı. Beşinci sınıftan başlayarak İngilizce birinci yabancı dil olarak veriliyordu. Yedinci sınıfta ikinci yabancı dil seçme zorunluluğu vardı. Bu dille Fransızca, Latince ve Türkçe dili gibi dillerdi. Göçmen çocukları doğal olarak Türkçeyi seçiyorlardı. Ve Türkçe dört ana dersten biri sayılıyordu. Sınıf geçmede diğer dört ana dersle eşit hakka sahipti. Örneğin bir öğrenci Almancadan 5 almış, Türkçeden de 2 almışsa bu iki dersin ortalaması alınıyor ve çocuk o iki dersten de geçiyordu. Anadil eşitliği göçmen çocuğun kimliğinin gelişmesini, kimliğinden kaçması yerine, ona sığınmasını sağlıyordu.
Lise üst bölümünde, yani 11.,12. ve 13. sınıflarda da Türkçeyi seçebiliyor ve bitirmelerde anadil dersinden aldığı puan ona üniversite kapılarını açıyor.
Bugün Federal Almanya'da iki kültürlü yetişen göçmen işçi çocuklarından bilim adamı, sinemacı, doktor, avukat sayısı her geçen gün artıyor. Eğer bu çocuklar bu eğitimden yoksun bırakılsalardı, bugün Almanlar işyeri açacaklarına durmadan hapishane açacaklardı.
Ayrıca bana göre anadil eğitimi dışında bölgelerde konuşulan şivelerde orta kısımlarda ders olarak verilmelidir. Çocuk kimlik kazanırken konuştuğu şivenin ciddiye alınması ona sağlıklı bir kimlik ve kişilik kazanmasına yardım eder.
11-&-N.G- Sezen Aksunun okuduğu bir kedim bile yok şarkısı basına yansıdığı kadarıyla sizin isminizde geçmişti. Bunu biraz anlatır mısınız?
Ö.P- Geçenlerde yitirdiğimiz Meral Okay benim çok eski arkadaşımdır. Eşi Yaman benim AST'ta oynayan Aladağlı Mıho oyunumun önemli karakterlerinden birini oynadı. İyi bir arkadaşımdı.
Ben Almanya'dayken Meral'le Yaman bir gün beni aradılar ve Sezen Aksu'nun Kemal Burkay'ın Bir kedim bile yok, şiirini besteleyip okumak istediğini, ama Kemal Burkay'a bir türlü ulaşamadıklarını, benim yardım edip edemeyeceğimi sordular Olumlu yanıt verdim. Kemal abiyi aradım. Kemal abi ne Sezen Aksu kimdir biliyor ne şiir nasıl bestelenir biliyor. Uzun uzun anlattım. Sonunda ben arada olduğum için kabul etti. Sezen Aksu bu şiiri seslendirdi ve şiir büyük ses getirdi. Sonra Meral beni yeniden aradı ve Kemal abiye telif ücretini Sezen Aksu'nun nasıl ödeyebileceğini sordu. Ben yeniden Kemal abiyi aradım. Kemal abi böyle şeylerden habersizdi. Anlattım. Sorun çözüldü.
Uzun zaman geçti aradan. Bundan iki yıl önce Meral Okay yeniden aradı.Abi, Sezen çok zor durumda. Evine kapanmış ağlayıp duruyor. Kemal Burkay bir gazeteciye Sezen Aksu'nun kendi haberi olmadan şiirini bestelediğini söylemiş. Ne olur yardım et, abi! Şaşırdım kaldım. Türkiye'deydim, Kemal abi İsveç'te. Neyse telefonla ulaştım Kemal abiye. Durumu anlattım. Bana aradan uzun yıllar geçtiğini, o olayı unuttuğunu, bunu ben söylüyorsam her şeyin doğru olduğunu söyledi. Meral'i aradım, durumu anlattı. Sonra bir gazeteci Kemal abiyle yeniden bir söyleşi yaptı ve önemli bir yanlış düzeltildi. Sonra Sezen Aksu beni aradı, çok teşekkür etti. İstanbul'a gidersem bir kahve borcunun olduğunu söyledi. Yani bir kahve alacağım var Sezen Aksu'dan.
12-&-N.G- Yazarlık döneminize gelelim... İlk yazma döneminizi bize anlatır mısınız?...
Köy yaşamının ekonomik ve sosyal yapısını kitaplarınızda işliyorsunuz. Romanlarınızda Serhad yöresinin insanını, zor doğa koşulları altında ezilişini ve yörenin toplumsal koşullarını işliyorsunuz. Ağrı, Aladağ yöresindeki yoksul köylülerin sorunlarını, yaşam koşullarını Mahmudo ile Hazel, Saragöl, Dilan, Üçünüzü de Sevdim, Adı Duman adlı romanlarında anlatmışsınız.Yazmak ve kitaplarınız.....Ankara Sanat Tiyatrosuna oyunlar yazmışsınız. Aladağlı Mıho ve 804 işçi adlı iki oyun. Sanırım ödül de aldı, ayrıca ödül alan eserleriniz...
Ö.P- Daha önce de anlattığım gibi yazmaya hapishanede başladım. Sonra da bu hastalık(!) devam etti. Romanlarımda Serhat'ı yazdım. Onların direnişlerini, acılarını, sevdalarını gücüm yettiğince yazmaya çalıştım. Dilan filme alındı. Mahmudo ile Hazel'i ise Yılmaz Güney filme almak istiyordu. Yurt dışındayken birkaç kez görüştükte bu konuyu. Onu öldürdüler ve benim romanımın da boynu bükük kaldı.
13-&-N.G- Türk çocuk edebiyatına kazandırdığınız çocuk eserleri anlatır mısınız?
Ö.P- Daha lisedeyken oyun yazmak merağım vardı. Daha lisedeyken Suç Kimde adlı bir oyun yazdım ve biz Bitlis mahallesi gençleri olarak Halk Eğitim salonunda beş yüz kişiye oynadık. O yıllarda Ağrı'da yayımlanan Hakkın Gazetesi bizi ve oyunu uzun uzun öven bir yazı da yazdı.
AST'taki arkadaşlarla tanıştık Ankara'da. Dostluklarımız oldu. Benden bir oyun yazmamı istediler. Aladağlı Mıho'yu yazdım. Ses getirdi. Bütün oyun Kürtleri anlatan ilk oyundu Türkiye'de. Amatör tiyatrolar da çok oynadı. Geçen yıl da Diyarbekir Belediyesi Tiyatrosu Kürtçesini oynamaya başladı. Geçen yıl seyrettim. Çok mutlu oldum. Hala turnelerde oynuyorlar. Ağrı'da izin alamamışlar. Iğdır'da da oynadılar. Ya sizde?
Bu arada Asta'a 804 İşçi'yi yazdım. Onu da yıllarca oynadılar. Bu iki oyunum da kitap olarak basıldı.
14-&-N.G- Suç kimde adlı gençlik oyununuz da Almanca ve Türtçe olarak tiyatro sahnelenmiş. Bize bunu da anlatır mısınız?...
Ö.P- Bu arada Suç Kimde? Adlı bir çocuk oyunu yazdım. Oberhausen Şehir Tiyatrosu oynadı.
Türkiye'de İranlı bir arkadaşım sayesinde Samed Behrengi'yi tanıdım. Onun üç çocuk romanını Türkçeye çevirdim.
15-&-N.G- Ne zaman Türkiye'ye döndünüz, Türkiye'nin en önemli sorunu olan Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?1970 li yıllardan günümüze neler belirteceksiniz.....
Ö.P- Beş yıldır Türkiye'de yaşıyorum. Geçen bahar size geldim, Bayezid'e. Altı gece Ağrı dağını setrettim. Bizim Ateş dağımızı. Bu arada iki gençlik romanı yazdım. Biri Adı Duman, öbürü de Üçünü de Sevdim. İlk roman bir çocukla bir köpeğin dostluğunu anlatıyor, sonuncusu ise biraz benim çocukluğum. Belki sizin de çocukluğunuz.
16-&-N.G- En son soru, şuan ne yapıyorsunuz?
Ö.P- Şimdi ne mi yapıyorum? Babamın nasihatını yerine getirmeye çalışıyorum. Şöyle: Saragöl romanım yayımlandığında Saragöl'de zülfi yare dokunduğum bazı beyler rahatsız oldular. Tehditler aldım. Köye gittiğimde babam: Oğlum ne işin var bu saragölle maragölle. İti köpeği üstümüze saldın. Git Ağrı başkaldırısını, Zilan'ı yaz. Yaz ki herkes övünsün. Nemi yapıyorum şimdi? Söylemem.
Hepinize selam. Ağrı dağının sevgisi üstünüzden hiç eksik olmasın.
N.G- Teşekkür ediyorum söyleşi için, zaman ayırdığınız için .