Yıl 1983, ocak ayı.
12 Eylül darbesini yaşıyoruz.
Cumhuriyet, Başyazarımız Nadir Nadi'nin bir yazısından dolayı kapatılmış durumda.
Günlerdir çıkmıyoruz.
Ayrıca, Başyazarımız hakkında dava açıldı sıkıyönetim mahkemesinde, 5 yıla kadar hapis cezası isteniyor.
Nadir Bey 75 yaşında.
Sağlık sorunları var.
Kâbus gibi bir dönem.
Günlüğüme şu notları düşüyorum.
Salı, 8 Şubat 1983.
Bugünkü necip Türk basınının hali...
Sabah ilk işim , Nadir Bey hakkında açılan davayı nasıl verdiklerine bakmak oldu.
Üzüldüm mesleğim adına.
Bir tek Günaydın gazetesi birinci sayfadan fotoğraflı vermişti.
Bravo Milliyet'e!
75 yaşındaki Nadir Nadi gibi bir gazete sahibi ve başyazar hakkında istenen 5 yıllık hapis cezası haberini üçüncü sayfanın dibine alıvermişti.
Hürriyet bula bula üçüncü sayfada tek sütunluk bir yer bulabilmişti.
Güneş ise haberi altıncı sayfaya tek sütun olarak layık görmüştü.
Tercüman'a gelince...
Bu olayın herhalde haber değeri olmadığına karar vermiş ve hiç koymamıştı.
Oysa, Nazlı Ilıcak hapse girdiğinde haberini Cumhuriyet'in birinci sayfasına fotoğraflı olarak koymuştuk.
Ayrıca, birinci sayfamızdan Olayların Ardındaki Gerçek yazmıştık:
Görüşlerine katılmasak bile, kim olursa olsun düşüncelerinden dolayı hapse atılmasını onaylamıyoruz.
Bu arada Nadir Bey, Tercüman'la ilgili bir davasından Nazlı Ilıcak hapse girince vazgeçmişti.
Basınımız işte böyle.
Kendi içinde bile bir dayanışma sergileyemeyen bir basından demokrasiye katkı nasıl beklenebilir ki...
İnşallah zamanla düzeliriz (*)
Aradan geçen 33 yıl...
Herhangi bir düzelme yok necip Türk basınında...
Yıllar önce, bir askeri darbe döneminde nasıl içim acıdıysa, bugün de bir sivil darbe döneminde içim acıyor.
Medyanın hâlleri gerçekten hazin.
Büyük hayal kırıklığı yaşıyorum.
Otuz küsur yıl önce, Başyazarım Nadir Bey'le ilgili haberleri gazete sayfaları arasında arayıp da bulamadığım 12 Eylül günlerindeki gibi, şimdi de Şahin'le, Nazlı'yla, daha birçok meslektaşımla ve kapatılan gazete, televizyon ve internet siteleriyle ilgili haberlerin medyada kaybedilmesi, gözlerden uzak tutulması bir gazeteci olarak beni fena hâlde yaralıyor.
Benim mesleğim bu değil diyorum.
Gazeteci, savcı değildir.
Gazeteci, yargıç değildir.
Gazeteci, devletin önüne koyduğu belgelerin, bulguların üstüne gerçekmiş gibi atlamaz.
Gazeteci sorgular.
Gazeteci, söylenenden çok, kafaların arkasında ne var ne yok, onu anlamaya çalışır.
Gazeteci, 'devlet'le arasına özellikle mesafe koyar.
Gazeteci, devletin değil gerçeğin yanındadır.
Gazeteci, kendini siyasal iktidarların 'algı operasyon'larına kaptırmaz.
Gazeteci, önüne ne konursa konsun, bir de öteki tarafa sorun, der, madalyonun öbür tarafını da araştırır.
Bugün Türkiye'de 'gazeteci milleti'nin gazeteciliğe çok daha fazla özen göstermesi gereken bir altüst oluş döneminden geçiliyor.
Artık vatan haini mezarlıkları bile kurulduğu bir dönem bu.
Cinnet hâlleri yaşamaktayız.
Akıl alır gibi değil.
Onun için eyy gazeteci milleti koydum yazıma başlık olarak.
Gazeteci soru sormak, sorgulamak zorunda!
Soru sormak, sorgulamak deyince, Cengiz Çandar'ın T24yazısındaki şu satırları alıyorum köşeme.
Bana ve bu ülkenin demokrat insanlarına, özellikle şu dönemde, reva görülen muameleye tanık oldukça, bunu yapanlara ilişkim tepkim gayet basit:
Cehenneme kadar yolunuz var.
Bu tepkim, bundan sonraki dönemin tüm süresince geçerlidir.
Bununla birlikte, bu kampanyayı yürütenlere, ve Nazlı Ilıcakile Şahin Alpay'ı terör örgütü bağlantısı saçma iddiasıyla gözaltına alanlara, naçizane bir önerim olacak:
Öyle 1998 yılına değil, çok yakın tarihlere, 2000'li yıllara, birkaç yıl öncesi ait olan ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın binlerce kişi önünde, canlı yayında, Fethullah Gülen'i göklere çıkaran, ona şiirler okuduğu videoları dolaşıma sokun.
Ve sorun Cumhurbaşkanı'na:
Niçin böyle konuştunuz?
Şimdi pişman mısınız?
Aldandınız mı?
Aldatıldınız mı?
Neden? Nasıl?
Bir daha aldanmama ve aldatılmamanızın garantisini nerede görüyorsunuz?
Niçin?
Yönetilenlerin kendilerini yöneten iradeye bu soruları sormaları gereklidir.
Hem yönetime güvenin pekişmesi ve hem de madem 15 Temmuz Darbesi bastırıldıktan sonra demokrasi ile yönetileceğiz; demokrasinin kökleşmesi için.
Dolayısıyla, bu soruları sormak, bir yurttaşlık görevi olmalı.
Demokrasi nöbetçilerine bir de şu sorum olacak:
Tayyip Erdoğan'ın Fethullah Gülen ve cemaati için Ne istediler de vermedik! sözlerinin acaba terör örgütüne destek sayılıp sayılmayacağı hakkında bir görüşünüz var mı?
Nazlı Ilıcak ve Zaman'da yazı yazmış olmaktan ve görüşlerinin açık açık ekranda ifade etmekten başka bir kusuru olmayan, Fethullah Gülen'e ve cemaatine ne istedilerse verecek imkânlara sahip bulunmayan Şahin Alpay, gözaltında; ne istedilerse veren irade, Türkiye'nin başında...
Bu durumda bir tuhaflık görmüyor musunuz?
Cengiz Çandar: Nazlı, Şahin!..
Evet, eyy gazeteci milleti!
Sorulması gereken o kadar çok soru var ki.
Bu sorulardan kaçarsak, bu sorulardan korkarsak, gazeteci olmaktan çıkar, Saray gazetecisi hâline geliriz, Saray tetikçisioluruz.