Teslim alınmak istenen bazı kişiler, belli bir süre için bu koğuşlara alındılar. Buradaki kıdemli itirafçılar yeni gelen tutukluyu bazen ikna etmeye çalışarak, bazen de zor kullanarak itirafçı olmaya yönlendirdiler. Bu itirafçıların verdiği bilgiler doğrultusunda, çözülmeyen insanlar yeniden sorguya alındılar. Dışarıda yeni operasyonlar yapıldı. En önemlisi, direnen insanların teslim olması konusunda işkencecilere akıl verdiler. İçinde doğup, büyüdükleri halkın kültüründen kaynaklanan zaaflarını işkencecilere öğrettiler. Örneğin işkenceciler, daha önce sorgudaki insanlara, doğru söyleyip söylemediklerini anlamak için, Allah, peygamber veya Kuran üzerine yemin ettiriyorlardı. Dindar olmalarına karşın Kürt köylüleri, bu kutsal değer üzerine yalan yere yemin ediyorlardı.
Daha sonra sorguda işkencecilerin, Kürt köylülerinin eline üç taş verip, talak atmalarını istediklerini gördük. İslam hukukuna göre bir insan talak atarsa, karısı boş düşer. Karısıyla yeniden evlenmesi için de, kadının başından birçok nikâhın geçmesi gerekir ki, buna "hülle" denilir. İşte bu durama düşmemek için, hiçbir Kürt köylüsü talak atmaz. Bunun yerine gerçeği söyleme yolunu seçer. İtirafçılar, Kürt köylülerinin hassas olduğu bu konuyu işkencecilere öğretirler. Kürt köylülerini çözme konusunda işkencecilere büyük bir katkı sundular.
İtirafçılığı içselleştirenler, işkencecilere, genelde Kürtlerle, özelde Kürt siyasi çevreleriyle ilgili çok önemli bilgiler verdiler. Bu bilgiler sonucunda, birçok siyasi insan ve onlara yardım eden binlerce Kürt köylüsü deşifre oldu ve tutuklandılar
İşkencecilerinin Allah, Kuran gibi kutsal değerlere saygılı olduğunu zanneden Hakkârili bir din adamıyla işkenceciler arasında geçen diyaloğu hiç unutmuyorum.
Kendisine uygulanan işkencenin durdurulması için, işkencecilerin saygı göstereceklerini düşündüğü değeri sayıp duruyordu. "Verin Allah'ın, Kuranı kerim'in hatırına." Buna karşılık verilen cevaba şaşırmıştı. "Allah'ın da kitabın da…"
Bunun işe yaramadığını gören molla taktik değiştirdi. "Verin Atatürk'ün hatırına." Cevap şaşırtıcıydı: "Atatürk'ün de …" Bizim molla nihayet güncel değere sığındı: "Verin Kenan Evren'in hatırına." Der demez işkence durdu.
Mahkemelerde iddianamelerin okunması süresinde, bazı üst düzey kişinin itirafçı olması, aynı davada yargılananları şoke ediyordu. Çünkü bunlar, herkesin saygı duyduğu, örnek aldığı önder kişilerdi. İçine düştükleri kötü durum da bu insanları çok rahatsız ediyordu. Koğuşlardaki yoldaşları karşısında ezik bir duruma düşmüşlerdi. Bunlardan bazıları, kitlelerin nezdinde yeniden saygınlık kazanmak ve vicdanlarını rahatlatmak için, ölüm orucuna girerek veya kendilerini yakarak yaşamlarına son verdiler. Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi'ne cezaevi demek bence doğru bir belirleme olmaz. Çünkü orası cezaevlerinden farklı bir yerdi. Cezaevine benzer bir yönü yoktu. Oraya zindan veya toplama kampı gibi isimlerde bence uygun düşmez Bu yere, niteliğine uygun bir özel isim vermek gerekiyor. Örneğin; 'Diyarbakır Özel Askeri jenosit Evi' ya da 'Diyarbakır Özel Askeri Ölüm Evi' denilebilir.
Gerek 27 Mayıs, gerek 12 Mart askeri yönetimi dönemlerinde birçok insan tutuklanıp yargılanmıştı. Genellikle ilerici, devrimci ve demokrat Kürt aydınları tutuklanmış, yargılanıp cezalandırılmışlardır. Ama 12 Eylül'de, Kürt aydınların yanında esnaf, işçi, köylü, aşiret reisi, şeyh, dede ve kasaba eşrafı yakalanıp işkence tezgâhlarından geçirilmiştir. Kısacası '12 Eylül'de, Kürt halkı yargılandı' denilebilir. Çünkü sınıf, zümre, sosyal statü, dini ve felsefi inanç ayrımı yapılmadan herkesimden Kürt, aynı muameleye tabi tutuldu.
Oysa daha önceki tutuklamalarda devlet, her zaman Kürtleri zararlı olanlar ve yararlı olanlar diye iki bölüme ayırmıştı. Zararlıları ezerken, yararlıları olanları yanına alma konusuna her zaman özen göstermişti. Bu klasik taktik yüzünden, devletin Kürt toplumsal kimliğine yönelik yasak, baskı, işkence ve cezalandırma haksızlığının boyutu, Kürt halkı tarafından tam olarak algılanamıyordu. Daha önceki dönemlerde devletin subay, polis, savcı ve hâkimleri tarafından devrimci, demokrat ve yurtsever Kürtlere haksızlık yapıldığına inanmayan Kürtler çoğunluktaydı. Bazı Kürt aydınları, öz anne ve babasını bile bu konuda ikna edememişti. Düzenin bu ceberut yüzünü görmeyen birçok Kürt, kamu görevlilerinin insana işkence edeceğine, haksız yere cezalandıracağına inanmıyordu.
Düzen muhalifi olan Kürt aydınlarının yıllarca uğraşıp yapamadığını, 12 Eylül generalleri yaptılar. Herkese garip gelebilir ama bana göre devleti yönetenlerin tabiriyle "En büyük Kürtçü örgüt, devletin ta kendisidir." Çünkü devlet, sürekli olarak Kürtlere farklı davranmış, onları aşağılamış, Türklerle Kürtlerin bir entegrasyona gitmelerini engellemiştir. Sıradan bir insanı hak istemi bile, "Türkiye'yi bölüp bir Kürt devleti kurma" gibi göstererek, Kürtlerin beynine sürekli bağımsız bir devlet özlemini canlı tutmuştur. Devlet yanlısı Kürtlere bile, kuşkuyla bakmıştır. Böylece her vesileyle tüm Kürtlere "Siz bizden değilsiniz. Her an ihanet edecek güvenilmez insanlarsınız. Biz kül yutmayız. Gözümüz hep üzerinizdedir. Sopamız hep üzerinizde olacaktır. Bu memleketin tek sahibi Türklerdir. Sizin bu ülkede hiçbir hakkınız yoktur!" mesajını vermişlerdir.
12 Eylül cuntası sınıf, cins, dini ve felsefi inanç farkı gözetmeden, Kürt toplumsal kimliğe yöneldi; on binlerce insana işkenceler yapıldı ve ağır hapis cezaları verildi. Ağa, bey, kasaba eşrafı, şeyh, dede, liberal, sosyalist, milliyetçi, dindar, laik farkı gözetilmeden, sırf Kürt oldukları için insanlara akıl almaz hakaretler ve zorbalıklar yapıldı.
Cezaevinde solcu- sağcı, dindar- laik, Alevi-Sünni, köylü-ağa, aydın-cahil olarak aynı uygulamayla karşı karşıya kaldık. Aynı şekilde işkence gördük, aşağılandık ve hakaretlere uğradık. Devlete en büyük desteği veren Bucak Aşireti'nin reisi Mehmet Bucak'la bir süre aynı koğuşta kaldım. Bize yapılan işkencelerin aynısı ona da yapılıyordu. Anasına, avradına küfrediliyor, tokatlanıyor ve aşağılanıyordu.
DEVAMI HAFTAYA...