SON DAKİKA

12 eylül özel askeri cezaevi(5)

27 Ağustos, 2011 08:51 Güncelleme: 27 Ağustos, 2011 08:51 12 eylül özel askeri cezaevi(5)

Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, her gün ve her an tüm planları izliyor ve işkencecileri motive etmek için gereken her şeyi yapıyordu. Sabah içtimaların da, bir önceki gün içinde işkence konusunda yaratıcılık gösterenleri taltif ediyor, diğerlerini ise azarlıyordu. İşkence konusunda başarı gösterenleri izne gönderme, içki ikram etme, para verme biçiminde ödüllendiriyordu. Böylece gardiyanlar arasında işkence üretme yarışı başlamıştı.

Cezaevinde her şey, insanları hücre hücre öldürme programına uygun şekilde yürütülüyordu. Yemek diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildi. Çoğu zaman neyin su olduğu bile bilinmeyen bir sıcak su verilirdi. Çoğunlukla dört kişiye bir somun ekmek ile bir tabak yağlı sıcak su verilirdi. Yani her zaman açlık, su dahi verilmezdi. Diyarbakır'ın o sıcaklarında çoğunlukla günde 4-5 bardak su verilirdi. Banyo yapmak ise ulaşılmaz bir hayaldi. Örneğin, üç yıl boyunca vücuduma su değmedi.

Hepimiz bir deri, birde kemik kalmıştık. Banyo yapamadığımız için, vücudumuzda kalın bir kir tabakası oluşmuş ve bir üreten fabrikaya dönüşmüştük. Kir ve pislikten dolayı vücudumuzda cılk yaralar meydana geliyordu. Bunlardan akan irinlerin kokusu iğrençti. Koğuşu domuz ahırı gibi pis kokuyordu.

Koğuşların penceresi kışın açık, yazın ise kapalı tutuluyor. Yazın sıcağında, pencerelerin kaplı tutulması yüzünden koğuşların tavanından hamamlarda olduğu gibi sular damlıyordu. Bu sıcakların etkisiyle tenimizin üzerindeki kirler yanıyordu. Bir insana yaklaşmak, bir fırın ağzına yaklaşmak gibi insanı yakıyordu. Oksijen ağızlığından insanların rengi sarpasıydı. İnsanların teni, bazen mora çalan bir renk alıyordu. Zaman zaman yaşlılar ve zayıf bünyeliler ayakta durmakta zorlanıyorlardı. Oturmak yasak olduğu için bunlar, yanındaki insanlara yaslanarak ayakta durmaya çalışıyorlardı.

Bu korkunç sağlık koşulları sonucunda, özellikle genç tutukluların çoğu verem oldu. Herkes bu hastalığı birine bulatırdı. İnsanların diş etleri, çekilmeye, dişleri dökülmeye, kalpleri büyümeye, gözleri bozulmaya başladı.

Mesai saatleri içinde (sabah 6-12, Öğlenden sonra 13-18 arasında ve akşam yattıktan sonra) tuvalete gitmek yasaktı. Yani tuvalete gitme izni günde toplam 2,5 saatti. Her koğuşta 40-50 kişi ve bir tuvalet vardı. Yani günde kişi başına tuvalete gitme hakkı 3 dakikaydı. Bu süre içinde tuvalet ihtiyacının giderilemeyeceği ortadaydı. Zaten onlarda bunu bilerek yapıyorlardı. Bana göre, uygulanan en gaddar işkencelerden biride buydu. Bizi yok etme projesinin tipik bir uygulamasıydı. Bu acımasız uygulama yüzünden, idrar yolarımız basınç altındaydı. Basınç altındaki vücudumuzun tüm hücreleri deformasyona uğruyordu. Sürekli basınç yüzünden, insanların özellikle böbrekleri ve idrara yolları tahrip oldu. Bu basıncın verdiği acı korkunçtu. Bu acıya dayanamayan birçok insan altına yapmak zorunda kalıyordu.

Öylesine mecalsiz kalmıştık ki, çoğumuz, gardiyanların bir sillesi veya yumruğuyla yere düşüyorduk. İri yarı ve acımasız bir gardiyanımız vardı. Bir gün havalandırmada kırk civarında insanı birer yumrukla yere sermişti. Onu, Bizans ordusunun tüm askerlerini bir darbe ile yere deviren Cüneyt Arkın'a benzetmiştim. İçinde bulunduğum o vahşet tablosu içinde, böyle düşebilmeme hem şaşmış, hem de içten içe gülmüştüm.

Mahkemelere gidip, gelme esnasında da farklı bir işkence türü icat edilmişti. Mahkemelere gidecek insanlar, koğuş kapısında arama için çırılçıplak soyulurdu. Yazılı savunmayı önlemek için, bizi domaltır kıçımızın içine bile bakarlardı. Doğru dürüst bir savunma yapmanın olanakları zaten yoktu. Neyle suçlandığımızı bile tam olarak öğrenemiyorduk. Örneğin, bulunduğum koğuşta aynı davada yargılanan 20 civarında insana, kırk sayfalık iddianameyi tetkik etmek için bir saat süre tanımışlardı. Yani İddianameleri okumadan, neyle suçlandığımızı bilmeden, dolayısıyla hiçbir hazırlık yapamadan mahkemelere çıkıyorduk. Her şeye karşın ölümü göze alıp Cezaevindeki uygulamalardan bahis eden insanların dediklerini ciddiye almaları bir yana, hâkimler böyle konuşanlarla alay ediyorlardı. Hani, ananı şey eden kadı, kimi kime şikâyet edeceksin, hesabı.

Mahkemeye her tarafı kapalı 10 kişilik et arabalarına 30-40 kişi konularak götürülürdük. Sabah erken koğuş kapısında çırılçıplak soyunur aranırdık. Sonra giriş kapısına götürülür, hazırlıkların bitmesini beklemeye başlardık. Bu süre zarfında İstiklal Marşını, Atatürk'ün gençliğe hitabesini okurduk. Peşinde diz çekip, kol sallayıp marşlar söylerdik. Ellerimiz arkadan kelepçelenir ve zincire vurulurduk. Arabalar hazır olunca, önde bir el ayası kadar ufacık bir penceresi olana et arabasına üst üste doldurulup, panzerler eşliğinde mahkemeye doğru yola çıkarılırdık. Bu durumda birçoğumuzun kelepçeleri sıkışır, kan dolaşımını engellerdi. Çektiğimiz onca acıya rağmen, sıkışan kelepçeler gevşetilmezdi. Sonuçta kollarımız davul gibi şişer ve morarırdı.

Duruşma başlayana kadar kelepçelerimiz açılmadan, özel mekânlarda nizami olarak diz üstü çöker ve başlar eğik biçimde beklerdik. Konuşmamızı engellemekle görevli gardiyanlar, postallarıyla başımıza basarak üstümüzde dolaşırlardı.

Cezaevine dönerken de tahliye olanlar, tahliye edildikleri için, olmayanlarda tahliye olmadıkları için dayak yerdi. Her şeyi işkence sebebi yapma konusunda akıl almaz becerileri vardı.

Cezaevinden de özel olarak hazırlanmış bir mekânda polis, kolordu ve cezaevi yöneticilerinin katılımıyla, grupların yönetici kadroları işkenceyle itirafa zorlanırdı. Önlerine kâğıt kalem konur, bildiklerini yazmalarını istenirdi.

İç hizmetler amiri Esat Oktay Yıldıran, tüm koğuşlara bağlattığı hoparlörle bazen sevecen, bazen de tehditkâr bir sesle tutuklulara seslenirdi; "İçinde bulunduğunuz zorlukları biliyorum. Annenizi, babanızı, karınızı ve çocuklarınızı özlediğinizi biliyorum. Size, ne anneniz ne babanız nede avukatınız yardım edebilir. Size, ancak ben yardım edebilirim, gelin bana söyleyin. Sizi buradan kurtarayım evinize gidin çoluk çocuğunuza kavuşun. Yoksa burada geberip gidersiniz."

Gerçek bir cehenneme çevrilmiş olan cezaevinde aç, susuz, uykusuz, çaresiz ve umutsuz bir durumda olan insanların, bu çağrıdan etkilenmemesi adeta imkânsızdı. Nitekim 1982 yılı sonundan itibaren, birçok tutuklu, itirafçı olmaya başladı. Bunlar için özel bir koğuş açıldı. Bunlara her türlü olanaklar sağlandı. Yemek, su, çay, sigara verildi. En önemlisi, işkenceden muaf tutuldular. Bu rahatlık itirafçılığı özendirdi. Sayıları artınca, ikinci bir itirafçı koğuşu açıldı.

DEVAMI HAFTAYA...

Yorum Ekle