Yüce divanda ifade vermek için Ankara'ya götürülürken, beni cezaevinden sivil polisler teslim almışlardı. Ticari plakalı bir taksiyle, üç polis nezaretinde yola çıktık. Ellerim kelepçeli olarak taksiye bindirildim.
Polisler oldukça sert davranıyorlardı. Yolda kim olduğumu, ne iş yaptığımı ve suçumun ne olduğunu sormaya başladılar. Mühendis olmam, yirmi yıllık devlet memuru olmam, birçok kurumda bölge müdürlüğü yapmış olmam ilgilerini çekmişti. Yaşım ve kibar davranışımın etkisiyle olsa gerek, bana karşı olan sert davranışları yumuşamaya başladı.
Bir yerde mola verdiler. Yemek yemek için bir lokantaya girdik. Mideme düşkün bir insan değilim. Hayatımda hiç "ah şunu yesem, bunu yesem" dememişimdir. Ama üç yıllık açlığım yüzünden, tüm lokantadaki yemekleri yemek istiyordum. Ama o anda "beslenme bozukluğunu bir nebzede olsa düzeltmek için acaba peynir, yumurta ve bal mı yesem" diye düşünmeye başladım. Yakaladığım tarihi beslenme fırsatını, en akıllı biçimde değerlendirmek istiyordum. Vücudumun en çok neye ihtiyaç duyduğunu düşünmeye başladım. Beslenmeyle ilgili tüm bilgileri gözden geçiriyordum. Kafam allak bullak olmuştu. En sonunda kebap ve peynir istedim. Polisler bu garip siparişe şaşırmışlardı.
Siparişlerimiz geldi. Kelepçeli ellerimle, yemeği yemekte zorluk çekiyordum. Lokantadaki tüm insanlar, bana acıyan gözlerle bakıyorlardı. Polislerde bunun farkına varmışlardı. En sonunda bir diğer arkadaşına, kelepçeyi açma önerisinde bulundu. Onlarında onaylaması üzerine, kelepçelerim açıldı. Büyük bir mutlulukla yemeği yedim. Etin ve peynirin tadını ve güzelliğini yeniden keşfettim. Hayatımda ilk kez peynir ve kebap yiyen bir insan gibi şaşkın ve mutluydum.
Yemeğimizi yedikten sonra tekrar ellerimi kelepçelediler ve yeniden yola koyulduk. Biraz yol aldıktan sonra, büyük bir iç hesaplaşma sonunda polisler bana garip bir teklifte bulundular. Cezaevine döndüğümde hiç kimseye söylememe sözü verirsem, kelepçelerimi çözeceklerini söylediler. Zira bunun duyulması halinde, mesleklerinin tehlikeye gireceğini söylediler. Güvenlik güçleri arasındaki çelişki, rekabet ve suçu bir birinin üstüne atmanın bu düzeyde çıkmış olmasına çok şaşırmıştım.
Kendilerine söz vermem üzerine kelepçelerimi açtılar ve bir daha da takmadılar. Ayrıca bana büyük bir sürpriz yapıp, dönüşte beni ailemle görüştürdüler. Evde beraberce bir çay içip, yeniden yola koyulduk. Bu satırları 2000 yılının başlarında yazıyorum. Demek ki verdiğim söz üzerinden 17 yıl geçmiş bulunuyor. 17 yıl boyunca, bu konuda hiç kimseye bir şey söylemedim. Bu sırrı ilk kez burada açıklıyorum. Bu sırrı ifşa ettiğim için ismini bilmediğim bu üç polisten özür diliyorum. Sancak bunun, bu insanı davranışın anılarım içerisinde yer alması gerektiğine inandığım için yapıyorum.
12 Eylül'ün hukukundan da biraz bahsetmek istiyorum. O dönemde her şey gibi, hukuk da rafa kaldırılmıştı. Somut delillere dayanmadan, sırf işkencelerde insanlara zorla imzalattırılan düzmece ifadelere dayanılarak yargılamalar yapılıyor ve cezalar veriliyordu.
On binlerce insan, işkence tezgâhlarından geçirildi. Her siyasi grupla ilgili derme çatma bilgiler doğrultusunda insanlara düzmece ifadeler imzalattırıldı. Devletin güvencesi altında olan insanlar, cezaevlerinden alınıp yeniden işkence hanelere götürüldürler. Elde edilen yeni bilgiler doğrultusunda, yeni ifadeler düzenleyip zorla imzalattılar. "İşkenceyle imzalatılan ifadeler delil sayılmaz, nasıl olsa her şey mahkemelerde ortaya çıkar." Düşüncesiyle binlerce insan bu düzmece tutanakları istemeyerek imzaladı.
Bu düzmece ifadelerini savcılıkta reddedenler, yeniden sorgulanmaya götürüldüler. Bazı savcılar, işkence ifadelerini reddeden insanlara baskı yaptılar. Hızını alamayıp sanıkları odalarında tokatlayan savcılar bile vardı.
Mahkemelerde, tutukluların tüm ısrarlarına rağmen hakimler, yoğun işkence iddialarını araştırma yoluna gitmediler. Tersine, bu tür konuşmaları alay konusu yaptılar. Karşılarına bir deri bir kemik halinde gelen, önlerinde put gibi kıpırdamadan duran, soru sorulduğunda bir adım öne çıkıp önce topuk, sonra baş selamı verip, kısa künye okuyup kendilerine "emret komutanım." Diyen insanların içinde bulundukları bu korkunç durumu, hep görmezlikten geldiler. Tutuklularla ilgili somut deliller aramak yerine, işkence ifadelerine sarıldılar. Salt işkence ifadelerine dayanarak on binlerce insana akıllara durgunluk veren cezalar verdiler. Duvara yazılan bir sloganı, evinde bulunan bir mektubu veya kartpostalı, çocuğuna koyduğu ismi, okuduğu bir dergi veya kitabı, sendikadaki bir afişi, dernek panosunda bulunan gazete kupürünü, sevgiliye yazılan mektuptaki bir cümleyi delil kabl edip, on binlerce insanın Marksist Leninist temele dayalı bir Kürt devleti kurma suçu işlediğine kanaat getirip onları cezalandırdılar.
İdam cezası verilen üç ortaokul öğrencisini hiç unutamıyorum. Bulunduğum koğuşta üç hemşeri, arkadaş ve dost gençtiler. Örgüt adına, bir kır bahçesinde oturan insanlardan silah çekerek para toplamışlardı. İddianameye göre, örgüt adına teşekkül halinde gasp suçu işlemişlerdi. Toplanan para ise aklımda yanlış kalmamış ise sadece 12 liraydı.
Herkese yaptığım gibi, bu çocuklara da sürekli ilgi gösteriyordum. Bu eylemi, bilinçli bir şekilde yapmamışlardı. Ağabeyleri onlardan, dergi için biraz para toplamalarını istemişlerdi. Bu üç kafadar, birazda kovboyculuk anlayışıyla ellerine bir tabanca alıp, oyun oynar gibi bu işi yapmışlardı. Devrimci, yurtsever duygularla halkı için bir şey yapmak amacıyla bu işe girişmişlerdi. Erkeklerini, devrimciliklerini kanıtlamak istemişlerdi.
Bu üç çocuğun karar duruşmasıydı. Mahkeme dönüşlerini heyecanla bekliyordu. Koğuşun kapısı açılınca onlara doğru yürüdüm. Üç çocuğunda yüzü kireç gibi bembeyazdı. Neticeyi o an tahmin ettim. Üçünü de alıp yatağıma götürdüm. Ağlamaklıydılar ama metin görünmeye çalışıyorlardı. Nede olsa Diyarbakır zindanlarında büyümüşlerdi.
İdam cezası yemişlerdi. Ancak suçu işledikleri tarihte reşit olmadıkları için, cezaları müebbet hapse çevrilmişti. Çok konuşmaya gerek yoktu. Diyarbakır zindanlarında yaşadığımız dört yıl içinde ne kadar şeyin hızla değiştiğini örnek verip; Türkiye'de de her şeyin hızla değişeceğini bu açıdan umutsuzluğa kapılmadan, kendimizi ve dünyayı değiştirme mücadelesi daha da kararlı bir biçimde devam etmemiz gerektiğini söyleyerek onları rahatlatmaya çalıştım. Bu üç gencin akıbeti ne oldu, başlarına neler geldi hala merak ediyorum. Devamı Haftaya...