Diyarbakır Cezaevi öyle bir cehennemdi ki, dünyanın hem en soylu hem de en soysuz davranışlarına sahne oluyordu. Yıllarca süren açlık yüzünden, bir deri bir kemik kalmıştık. Vücudumuz mevcut yağ dokusunu yiyip bitirmişti. Kaslarımız bile erimeye başlamıştı. Bu durumdaki insanlar için, bir parça etin ne anlama geldiğini söylemeye gerek yok. Şimdi size küçücük bir et parçasının hikâyesini anlatmak istiyorum.
Her dört kişiye, günde bir tabak yağlı sıcak su ile bir somun ekmek veriliyordu. Dört aç insanın başına oturduğu tabaklardan bazılarının içinde, küçücük bir et parçası oluyordu. İşte o an özveriyle-egoizm, iki tablo gibi yan yana gelirdi. Bir kümedeki dört insanın her biri, o parça eti öte arkadaşının önüne iter, kaşığına su doldururdu. Tabaktaki sıcak su biter, o et parçası tabakta kalırdı. En sonunda diğerleri o et parçasını, en zayıf arkadaşına zorla yedirirlerdi. Başka bir kümede ise tam tersi bir tablo yaşanırdı. Her dört kaşık, eti kapmak için aynı anda tabağa dalardı. Bu ve buna bezer manzaraları defalarca seyrettim. İnsan denen yaratığın, hem dünyanın en soylu, hem de en soysuz işini aynı maharetle yapan tek yaratık olduğuna inandım.
Hani herkese yetecek kadar gıda bulunan sofrada "Buyurun. Yok, rica ederim, siz buyurun. Biraz daha almaz mısınız?" laflarının kibarlık, özveri ve soylulukla bir ilgisi yoktur. Normal dönemlerde böyle davranan insanların büyük bir bölümünün, Diyarbakır Cezaevi koşullarında bir parça kokmuş et için, birbirilerinin gırtlağına sıkacaklarına kalıbımı basarım…
Sağlık sorunumuz, artık tehlike çanları çalacak bir boyuta ulaşmıştı. Verem salgın bir hale gelmişti. İnsanlar ölüm sınırındaydı. Ölüm olayları başlamıştı. Tüm isteklerimize karşın doktora götürülmüyorduk.
Ama her koğuşun girişinde kartoteksin içinde hepimizin adına yazılı sağlık kartımız vardı. Yönetim, Cezaevinin denetlemeye gelenlerin gözlerini boyamak için böyle bir tezgâh kurmuştu. Bunu gören bir kişi, Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi'nde, düzenli bir sağlık hizmeti verildiğini inanabilirdi.
İşkencede alt çene kemiği kırılmış bir tutuklu koğuşumuza getirilmişti. O kırık çenesiyle yemek yiyemiyordu. Adam, tüm inleyip yalvarmalarına karşın doktora götürülmedi. Çenesi kendiliğinden kaynadı. Her nasıl olduysa bir gün gardiyanımız, benimle beraber koğuşun en yaşlı dört kişisini, isteğimiz dışında doktora götürdü. Cezaevinin ucundaki doktor kapısında, art arda dizilmiş, hazır olda bekliyorduk. Ben, sıranın en arkasındayım. Kürt düşmanı olduğu her halinden belli olan bir asteğmen yanımıza geldi. En baştaki adam adını sordu. Adam "Temo" dedi. İkincisine sordu. Ondan da "Sino" cevabını aldı. Üçüncüsü "Hemo" deyince adam bana sorma gereği duymadan çıldırmış bir halde "Ulan bu ne biçim isimler orospu çocukları?" diyerek bizi tekme tokat dövmeye başladı. Gardiyana dönüp "Bunları çabuk koğuşlarına geri götür. Bu ne ulan Hemo, Sino, Temo isminizi de sizi de s…meyeyim şimdi." Diyrek doktora çıkmamızı engelledi. Hani biraz daha dişini sıkıp bana da ismimi sorsaydı, belki "Yılmaz" deyişimin yüzü suyu hürmetine doktora çıkabilirdik.
Gardiyan-tutuklu ilişkisi üzerine birçok kitap yazılmış, tiyatro oynanmış ve film evirilmiştir. Statüleri ne olursa olsun, bir arada yaşayan insanlar arasında çeşitli etkileşimler meydana gelir. Bu etkileşim kızma ve nefret temeline oturabileceği gibi, anlatılması zor dostluklara da sebep olabilir. Enderde olsa sevgi ilişkisinin kurulduğu bile görülmüştür.
Ben Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi'ndeki gardiyanları üç bölüme ayırıyorum: İstemeyerek işkence edenler, işkenceyi yapılması gereken bir görev olarak kabul edenler ve isteyerek, zevk alarak edenler. Gardiyanların hepsi seçilmiş eğitimli kimselerdi. Yinede aralarındaki farkı görmek mümkündü. Bunların belli bölümü, haz alarak işini zevkle yapıyordu.
Kaldığım koğuşa sekiz ay gardiyanlık yapan Çerkez, Boşnak ve Gürcü'ydü. Okumamışlara ve solculara düşman birisiydi. Bir aralık solcuları yüzünden okulunu bitiremediğini ağzından kaçırmıştı. Büyük bir ihtimalle hapçıydı. İriyarı, atletik yapılı birisiydi. Acımazsızlığından dolayı İç Hizmetler Amiri'nin gözdesiydi. Sekiz ay boyunca koğuşumuzda, özellikle diplomalı insanlara kan kusturmuştu. İşin garibi kariyer sahibi olanları herkesten fazla döverken, öbür taraftan belli belirsiz bir saygıda duyuyordu. Önemli konularda, saygı duyduğu bu insanların sözüne inanıyordu.
Bir gün koğuşun kapısını açık beni dışarı çağırdı. Kimsenin duymayacağı bir sesle, "Seni Ankara'ya götürüyorlar. Başın belada, sen artık buralara sağ dönmezsin herhalde." Diyerek beni dış kapıya götürdü. Girdiğim odada bir general, iki albay, bir yarbay oturuyordu. Cezaevi'nin İç Hizmetler Amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, bunca üst rütbeli subayın yanında yakası açık, elleri arkasında, ayakta duruyordu. Kısa künyemi verip, hazır olda beklemeye başladım. Yüzbaşı bana doğru yürüdü ve "Yüce divanda ifade etmek için Anakara'ya gideceksin. Şerafettin Elçi'yle ilgili ifaden alınacak. Orda, Şerafettin Elçi'nin makamında Kürtçe konuştuğunu, Kürtçülük yaptığını söyleyeceksin. Böyle ifade vermeden dönersen ananı s..kerim, anladın mı?" diyerek beni tekme tokat dövmeye başladı.
Türk ordusunun, güçlü bir hiyerarşik temele oturmuş ve dünyanın en disiplinli ordusu olduğu söylenir. Ama bu hiyerarşik düzen askeri cezaevinde altüst olmuştu. Bir yüzbaşı; bir general, iki albay ve bir yarbayın yanında yakası açık, elleri arkasında dolaşıyor ve onların önünde bir insanı küfrederek dövüyordu. 12 Eylül sadece hukuku, insan hakları ve özgürlükleri değil, Türk ordusundaki hiyerarşiyi de ortadan kaldırmıştı.