Ama yine de bizi en çok güldüren, insanların daha önceki yaşadığı veya başkalarından duyduğu gülünç hikâyeleriydi. Herkesin yaşadığı yörelerdeki komik tipler ve onlarla ilgili hikâyeler bizleri çok eğlendiriyordu. Bu hikâyeleri birbirimize anlatıp gülerdik. Moral bulurduk. Bunlardan aklımdan kalanlardan birkaçını sizlere iletmek istiyorum.
Koğuşumuzda, sevimli mi, sevimli Hakkârili bir genç vardı. Bir gün bize babasıyla ilgi bir anısını anlattı: "Babam hoşsohbet, kalender bir adamdı. Yurtsever ve sosyalistlere de sempatiyle bakan bir kişiydi. Küçük bir kahve işletiyorduk. Küçük bir kahve işletiyorduk. Baba oğul bu kahvede çalışır, kıt kanaat geçinirdik.”
Kahvemizin müşterilerinin çoğu, Kürt milliyetçileri ve sol görüşlü insanlardı. Her yerde olduğu gibi, bizim orada da MİT'e çalışan birkaç hemşerimiz vardı. Bu kişiler genellikle bilgi almaya bizim kahveye gelir otururlardı. Bunlardan Derviş isimli adamdan herkes hem korkar hem de nefret ederdi. Bir hafta sonu kahvemiz ağzına kadar müşteriyle dolmuştu. Babam ocakta çayları dolduruyor, bende müşterilere servis yapıyordum. Babamın keyfi yerindeydi, teybe bir kaset koymuştu. Kasette herkesin bildiği o meşhur 'Herne pêş' marşı çalıyordu. Müşterilerimiz de birbirileriyle sohbet ediyorlardı.
Derken Derviş içeri girdi. Kahvedeki tüm insanlar bir anda sustu. Çayını bitiren kalkıp gitti. Kahvemiz boşalmaya başladı. Bu durum babamın keyfini kaçırmıştı. Büyük bir kızgınlıkla ocaktan çıkıp, kahvenin ortasına geldi. Derviş'e dönerek marşı şöyle değiştirip yüksek sesle okumaya başladı;
Herne pêş, herne pêş (ileri atılın, ileri atılın)
Cımiet rabın bı hevra (Millet kalkın hep beraber)
Bınıne diya Dervêş (Derviş'in anasını belleyelim.)
Koğuşumuzda kalan Alevi bir öğretmen, başından geçen ilginç bir olayı şöyle anlatmıştı: Mezun olduktan sonra atandığım ilk köye gitmiştim. Köyün halkı oldukça dindardı. Okul dışında kalan zamanımı köyün kahvesinde sohbet ederek geçirirdim. Köye gittiğimin ilk cuması sela verilince köylüler 'Hadi hocam camiye gidelim' dediler.
Bu öneriye nasıl karşılık vermek gerektiğini bilmiyordum. Şaşkın ve çaresizdim. Hayatımda hiç namaz kılmamıştım ve nasıl kılınacağını da bilmiyordum. Alevi olduğumu söyleme cesaretini gösterememiştim. Mecburen köylülerle camiye gittim. Onlar, abdest alırken aynısını bende yaptım. Camide onlarla saf tuttum ve onları taklit ederek cemaate uymaya çalıştım.
"Namazının sonunda diz üstü otururken, yanımdaki ihtiyar köylü başını bana çevirip 'Esselamın aleykum' deyince bende doğal olarak yüksek sesle 'Aleykümselâm dayı' dedim. Ben de bu sözü söyler söylemez, cami namaz kılanlar gülmeye başladılar. Büyük bir pot kırdığımı gülüşmelerden anlamıştım ama iş içten geçmişti. Camiden sonra yine beraberce kahveye gittik. Tüm cesaretimi toplayarak 'Ağalar kusura bakmayın ben Aleviyim. Hayatımda hiç namaz kılmadım. Eğer sizde izin verirseniz ben artık camiye gelmeyeyim. Bakın kırdığım potla da hepinizin namazını bozdum.' Dedim. Onlarda anlayış gösterip 'Olur hocam, gayri camiye gelme.' Dediler ama o günden sonra köyde adım 'Aleykümselâm dayı' olarak kaldı."
Koğuşumuzda iki Maocu gençten birisi bize şu hikâyeyi anlatmıştı: Biz yörede çok az sayıda Maocu gençtik. Birbirimizden ayrılmaz, hep beraber gezerdik. Bu yüzden de ailelerimiz tüm arkadaşlar tanırdı. Mao'nun ölümü hepimizi çok üzmüştü. Dertleşmek için bir arkadaşımızın evinde toplanmıştık. Hepimiz çok üzgündük. Bu halimizi gören arkadaşımızın annesi bize dönüp 'Lao! Hun çıma wusa xemginin? Çi bu ye? Çı qewumiye?' (Oğlum neden üzgünsünüz?) Size ne olmuş? diye sordu. Bizde kısaca 'Qe pırs meke, Serok Mao mıriye' (Hiç sorma, başkan Mao öldü) dedik.
Arkadaşımızın annesi ölen Mao'nun bizim gruptan bir olduğunu düşünerek, bir ağıt yaktı ki sormayın gitsin:
Rebene Mao, Belengazo Mao (Zavallı Mao, kimsesiz Mao)
Ez qurbana te me lao! (Ben sana kurban olayım yavrum!)
Cınyaze te lı derya Mao! (Cenazen de ortada kaldı)
Diyate korbe Mao! (Annen kör oldun Mao!)
Pebuko Mao, bêbexto Mao (Bahtsız Mao, kadersiz Mao)
Çı hate sere te lao! (Başına neler geldi yavrum!)
Küçük bir Kürt gurubunda daha bahsetmek istiyorum. Bilindiği gibi dünyada sol adına ortaya çıkmış tüm fraksiyonlar Türkiye politikasına yansımıştır. Cezaevinde birkaç kişiden oluşan bir Kürt anarşist grup vardı.
Yurt ve dünya sorunları üzerine hararetli tartışmanın yapıldığı bir günde, konu Kürtlerin kaderini belirleme konusunda yoğunlaştı.
Anarşist gruba mensup olanların Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaları gerektiğini savunmaları üzerine kendilerine sordum. Affedersiniz, benim bildiğim sizler devlet dahil her türlü otoriteye karşısınız. Bu duruma göre Kürt devletini savunmak ideolojinize ters değilmi?
Verdikleri cevaba hem çok şaşırmış, hem de çok gülmüştüm. Siz nasıl karşılayacaksınız bilemiyorum.
İşte cevap. "Olmayan bir şeye nasıl karşı çıkabiliriz? Bir Kürt devleti kurulsun ki, bizde onu yıkmak için çalışalım." Bazen de tutuklular yaşadıkları kentlerin tarihi, sosyal, politik ve kültürel yaşamıyla ilgili bilgiler verirlerdi. Örneğin herkesten yaşadıkları kentin kabadayı, deli veya uç noktalarında olan insanlarıyla ilgili enteresan hikâyeler dinlerdik. Bu ayrı tiplerin lakapları bile bizleri güldürmeye yetiyorduk. Vampir Fıko, Canavar Haso, Pışo Meheme, Zaza Hıko, Zırtçı Suphi, Naxırcı Elo, Erep Salo, Bınık Ehmo, Şêlav Salo, Bitli Bıdo, Mekut Kazo, Sêrtli Pino, Çiftaslan Karakelle, Tırtıre Baki, Golık Edo, Mıtrıp Cedo, Kurtboğan Neco Zelzele Kemal, Jilet İsko vs.
Bu tipler üzerine anlatılan hikâyelerden sadece birinin aktarayım: "Uçakla Ankara'ya gidiyordum. Pencereden baktığımda birde ne göreyim. Yanımızda bir başka uçak bir sağa, bir sola sallanıp duruyor. Camı açıp pilota sordum. 'Gardaş bir şey mi var?' Pilot yalvarmaya başladı 'Aman ağabey, gözüne kurban olayım. Benzinimiz bitti, acele benzin lazım. Yoksa düşüp parçalanacağız.” Dedi.
Hemen kalkıp, bizim uçağın pilotunun yanına gittim. 'Ulan sende hiç vicdan yok mu? Bak yanındaki uçağın benzini bitmiş. Bir teneke benzin versen canın mı çıkar?' dedim. Pilot bana 'Bir uçaktan diğer uçağa benzin vermenin mümkünatı yok.' Deyince 'Konuşma ulan ver bana bir teneke, ben sifonla depodan benzin çeker ötekine aktarırım' dedim. Ve elimde teneke, kapıyı açıp dışarı çıktım. Elimdeki hortumla bizim uçağın deposundan benzin çekip, öteki uçağa aktardım.
"Öteki uçağın pilotu 'Allah senden razı olsun ağabey. Eğer sen olmasaydın hepimiz ölecektik.' Dedi. Tekrar bizim uçağa geri döndüm ama çok terlemiştim. Nefesim çıkmıyordu. Hostesi çağırıp 'Bacım burası çok sıcak. Sana zahmet olacak, şu kanadın üstüne bir sandalye at' dedim. Sağ olsun beni kırmadı. Bende Anakara'ya kadar kanat üstünde serin havada gittim."
Siirtli bir tutukluda yörelerinde yaşanan bir olayı anlatmıştı bize. Bildiğiniz gibi Siirt Kürt, Arap ve Türklerin içi içe yaşadığı bir şehirdir. Egemenler özellikle Araplarla Kürleri birbirine karşı kışkırtırlardı. Arap ve Kürt devrimcileri olarak biz, bu ayrıma karşı çıkar, birliği savunurduk.
"Bir sokak mitinginde sık sık 'Kurd û Erep bıra ne.' (Kürtlerle Araplar kardeştir.) sloganını atıyorduk. Böyle bağırırken karşı devrimci bir komşumuzla göz göze geldim. Adam bana yaklaştı ve kulağıma eğilip, slogana kafiyeli bir cevap verdi. 'Ker dı diya vıraka ne?' (Yalancının anasını eşek bellesin mi?) dedi."
Diyarbakırlı biriside bize enteresan bir anısını anlattı: "Ayakları havada, hitap ettiği kitleyi tanımayan bir solcu, Diyarbakır Pexaslarının (kabadayılarının) takıldığı bir kahvede konuşuyordu. 'Sevgili Diyarbakırlılar, size Wietnam'dan, Kamboçya'dan, Angola'dan, Küba'dan selamlar getirdim' deyince pexaslar ellerini göğüslerine koyarak 'Vay! Aleykümselâm' deyince hepimiz gülmeye başladık."
Diyarbakırlı bir avukatın anısı da şöyle: "O gün duruşmam vardı. Yeni elbisemi giymiş, kravat takmıştım. Zamanım vardı. Adliyeye yakın bir kahveye girip bir köylünün yanındaki kürsüye oturdum. Tipik bir Diyarbakır bitirimi olan garson yanımıza geldi ve ne istediğimizi sordu. Köylü, 'bana bir çay' dedi. Bende 'bir çay rica ediyorum' dedim. Garson ocağa doğru dönüp bağırdı: İki çay yap, biri gıravatlı olsun."
Bu ve buna benzer mizahi sohbetler, insanın yaşam azmini canlı tutardı.