12 EYLÜL DİYARBAKIR ÖZEL ASKERİ CEZAEVİ (2)
12 Eylül'de cezaevleri de birer işkencehaneye çevrilmişti. Özellikle Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi bu konuda en dikkat çekici birimdi. Her bakımdan çok özel bir yerdi. O dönemin diğer cezaevlerinden çok farklı bir uygulaması vardı. Diğer yerlerdeki cezaevlerinden ayrı, özel bir statüyle yönetiliyordu. Altı yıl kaldığım bu cezaeviyle ilgili çok kısa bir bilgi sunmak istiyorum.
Bu cezaevinin İç Hizmet Amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran (muhtemelen Panama'daki kontrgerilla okulunda), özel eğitim görmüş uzman bir kişiydi. Ordu içinde de özel bir subaydı. Kendinden yüksek rütbeli subayların yanında, ayağında şıpıdık terlikler, açık yakayla, elleri arkasında dolaşırdı. Yalnız tutuklular üstüne değil, gardiyanlar üzerinde de disiplin adına estiren biriydi. Kürt ve sosyalistlere düşman, işkenceden zevk alan bir insandı.
Bu cezaevinde görev yapan tüm gardiyanların bir kod adı vardı. Altı yıl boyunca bir kere olsun birinin, şaşırıp arkadaşlarını gerçek adıyla çağırdığını duymadım. Bu konuda ciddi bir eğitim aldıkları her hallerinden açıkça belli oluyordu. Genellikle baktıkları koğuşun numarası, o gardiyanın kod adı oluyordu. Amir durumundakilerin ise "Boksör, Kunta Kinte, Varil, Kasap, Üj Bej, Katil, Jilet, Kemikkıran, goril" gibi kod adları vardı. Kadınlar koğuşuna bakanların kod adı ise "Horoz" du. Zira onlara göre tutuklu kadınlar "tavuk"tu.
Bu gardiyanların hepsi, belli eğitimden geçmiş seçme askerlerdi. Amir durumunda olanların, asker elbisesi giymelerine karşın, farklı bir statüde oldukları kolayca anlaşılıyordu. Normal askerler, yüzbaşının yanında hazır olda beklerken diğerleri yaka paça açık, ağzında sigara, ayakta şıpıdık terliklerle geziyorlardı. İşkenceler, bu adamların denetim ve gözetiminde yapılıyordu.
12 Eylül'den önceki işkenceler, sadece gözaltında, polis karakollarında veya askeri mekânlarda yapılırdı. Cezaevlerinde işkence yoktu. Bunun için insanlar, polis işkencesinde çıkıp tutuklanınca derin bir nefes alırlardı. Çünkü artık işkence görmeleri söz konusu değildi. Bu yüzden mahkemece tutuklananlar sevinir, cezaevine gönül rahatlığıyla giderlerdi.
Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi'nde İç Hizmetler Amiri Yüzbaşı, tutukluları kapıda güler bir şekilde karşılar. "Arkadaşlar hoş geldiniz. Biliyorum günlerdir yıkanmadınız. Bir çay içmediniz. Hamamınız hazır. Banyonuzu köpüklü mü yapmak istersiniz, köpüksüz mü? Çay mı istersiniz, yoksa kola mı?" derdi. Zavallı tutuklularda büyük bir memnuniyetle banyo yapmak ve çay içmek istediklerini söylerlerdi. Yüzbaşı gardiyanlara dönüp "Haydi bu arkadaşların isteklerini yerine getirin." Diye emir verirdi.
Hücrelerin bulunduğu bölüm kanalizasyon suyuyla doldurulmuştu. Üstünde pislikler yüzüyordu. Yeni gelenler buraya götürülüp "hamam niyetine" bu suyun içine yatırılırdı. Çay niyetine de, deterjanla köpürtülmüş su içirilirdi. Banyo ve çay umuduyla oluşan sevinç, tam bir kâbusa dönüşüyordu. Yüzbaşı böylesi sadist bir insandı. Bu uygulamasına da, "Hoş geldin partisi" adını takmıştı.
Gelenler önce hücrelere alınıyor, dava dosyalarındaki iddiaya göre lider konumundaki insanlar belirleniyor ve buna göre koğuşlara dağıtım yapılıyordu. Bu süre zarfında da yoğun bir işkence programı uygulanıyordu.
Hani insanlar anılarını anlatırken, "Şu kadar yıl, filan cezaevinde yattım." Derler. Bu, sürekli olarak oturdum, uyudum, çalışmadım, yan gelir anlamına gelir. Ben, bunun için, "Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi'nde yattım altı yıl yattım" diyemiyorum. Zira burada oturmak bile yasaktı. Evet. Yanlış okumadınız, burada oturmak bile yasaktı. Her sabah altıda uyanır, tıraş olurduk. Daha sonra, onların tabiriyle "Günlük mesai" başlardı. Mesai denilen şey, sabah altından başlayıp akşam altıda biten, koğuş için yapılan yapışık düzen piyade talimiydi. Sabahtan akşama kadar diz çeker, kol sallar, bağıra bağıra marş söylerdik. Bazen de birisi Nutuk'u veya Atatürk'ün hayatını anlatan kitabı okur, bizde hazır olda bağıra bağıra okunanları tekrarlardık. Koğuşa oturmak, konuşmak ve gülmek yasaktı. Kürtçe konuşmak ise ölümlerden ölüm beğenmekti.
Bu uygulamanın amacı insanları tek tek hücrelere konulmuş gibi, bir birlerinde yalıtarak iletişim kurmalarını önlemekti. Gülme ve konuşma yasağı için ilk etapta, "Canım ne olur yani, sizde konuşmayın, gülmeyin olup bitsin, bunda abartacak ne var?" Denilebilir. Ama biraz düşünüldüğünde durumun vahameti ortaya çıkar. Gülmek, insana yaşama sevinci ve azmi veren, insanı karamsarlıktan kurtarıp, geleceğe güvenle bakmasını sağlayan bir eylemdir. Konuşma ise çok daha önemlidir. Bilim adamları, insanı konuşan hayvan biçiminde tarif ediyorlar. Bunun ne kadar yerinde bir belirleme olduğunu cezaevinde yaşayarak gördüm.
YAZININ DEVAMI HAFTAYA...