Sözcükler önlenemez bir hızla kirleniyor…
En önce de barış sözcüğü kirlendi…
Nasıl kirlenmesin ki?
Bugün askeriyle gerillasıyla, Türküyle Kürdüyle gencecik evlatlarımız barış adına yaşamlarını yitiriyor…
Hani asli olan, kutsal olan yaşamdı…
Savaş ölüm demek değil miydi?
Ölüm ise yaşamın, kutsal olanın inkârı değil miydi?
Hal bu kadar sade ve açık iken, yaşamın inkârı olan ölümlerin üstünden yeni bir yaşam kurulabileceğine bizleri nasıl inandırabilirsiniz?
Bu ne oburluktur ey savaş tanrıları, doymanız için daha kaç insanımızın ölmesi gerekiyor?
Hadi aklınızı yitirdiniz, vicdanınızı körelttiniz, kulaklarınızda mı duymuyor?
Şemdinli'de PKK ile girilen çatışmada ölen askerlerden Mutlu Saydam'ın ağabeyi "Ben Şemdinli'de niye öleyim? Diyarbakır'da niye öleyim? Ben Urfa'da, Malatya'da niye şehit olayım? Biz kiminle savaşıyoruz anlamıyorum. 30 yıldır anlamış değilim." diye size soruyor?
İşitiyor musunuz Van'da ölen jandarma eri Volkan Gürbüzer'in annesinin çığlığını? Hatice ana "Kesinlikle vatan sağ olsun demiyorum. Neden diyeyim ki? Ben çocuğum şehit düştü diye gurur duymuyorum. Yaşamak onun hakkıydı. Neden öldüğü için gurur duyayım ki? Bu savaşın sorumlusu benim oğlum değildi" diyor yalınkat bir sağduyuyla…
Ama sizde sağduyu ne arar, vicdan ne arar… İktidar hırsınız, ön yargılarınız köreltmiş bütün insani değerlerinizi…
Barış sözcüğü, adalet duygusu güçlü olanın ağzına yakışır. Adil olanın dilinde anlam kazanır. Bu nedenle savaşçı muktedirlerin kâbusudur barışın dili…
Asker oğlu Serhat Aslan'ı kaybeden Hamit Aslan ne güzel dile getiriyor bu gerçeği: "30 yıldır süren bir oyun oynanıyor. Bu kirli savaşın bitmesini istiyoruz. Bu sorunun çözümü var ama bazıları bitmesini istemiyor. Ölenler hep fakir ailelerin çocukları, bizim çocuklarımız".
Evet, Serhat’ın babasının dediği gibi rol verdiğiniz oyuncular değişse bile süregiden bu savaşın esas sorumlusu sizsiniz, Türkiye'nin adalet duygusunu yitirmiş güç ve servet sahibi savaş muktedirleri…
Belki siz duymak istemiyorsunuz ama biz, “Bu süreci kimimiz canımızla, kimimiz malımızla ödedik. Ama özellikle bizim gibi binlerce anne çocuklarının hayatı ile en ağır bedelleri ödedik. Acıyı bizim kadar hiç kimse hissetmedi” diye haykıran asker Süleyman Akan'ın annesi Esmer Akan’ın ve daha nice annelerin sesini duyuyoruz.
Oğullarını, kızlarını kaybetmiş on binlerce acılı ana bilsin ki, onları anlıyoruz, acılarını hissediyoruz. Onların acıları hepimizin acıları…
Ve “büyük bir acı içindeyiz ama her şeye rağmen barıştan yanayız, Kürt ve Türk annelerinin bu ölümler karşısında sessiz kalmaması gerekir. Ölümlere karşı anne yüreğiyle durmalı ve barışta ısrar etmelidir” diyen Hatay'daki bir çatışmada yaşamını yitiren PKK gerillası Musa Yılmaz'ın annesi Rabia Yılmaz’ın dediğini yapıyor barışta ısrar ediyoruz.
İşte bugün bu nedenle buradayız ve silahların susması, Kürt Sorununun barışçıl ve demokratik çözümüne yönelik müzakerelerin tekrar başlatılması, herkes için demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin ve sosyal adaletin tesisi için “ARTIK YETER, BARIŞ HEMEN ŞİMDİ…” diye haykırıyoruz.
Evet, gerçekten artık yeter, bu kan dursun!
Ne asker, ne PKK'lı, ne de sivil hiç kimse ölmesin!
Bizler barış savunucuları olarak, herkesi kirleten bu savaşı ve giderek hepimizi sarmalına hapseden şiddeti kategorik olarak reddediyoruz. Hele ki, ne gerekçe ile olursa olsun geçtiğimiz günlerde Ankara ve Siirt’te olduğu gibi sivil yurttaşların yaşamını yitirmesine yol açan kör şiddete karşı durmayı insanlığa karşı sorumluluğumuzun vazgeçilmez bir gereği olarak görüyoruz. Bizim için yaşam hakkı en kutsal haktır. Dolayısıyla sivillerin ölümü, kaçırılma/alıkonulma gibi yaşam hakkını ihlal ya da tehdit eden tüm tutum ve davranışları barış çalışmalarına zarar verici nitelikte ve kaygı verici buluyoruz.
Ama bizi en fazla tüm yaşananlar karşısında sessiz tanıklar olmamızı, dolayısıyla da suça ortak olmamızı istemeleri rahatsız ediyor. Oysa barış ve çözümü imkânsız hale getiren her türlü samimiyetsizlik, sorumsuzluk ve siyasi hesap gözlerimizin önünde yaşandı, yaşanıyor…
Öyle ya, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden sadece iki hafta sonra başlayıp hala devam etmekte olduğu gibi Kürt siyasi temsilcilerinin merkez, il, ilçe yöneticileri ve üyeleri, sendika üyeleri, insan hakları savunucuları her yaştan binlerce insan salt şiddet dışı demokratik faaliyet yürüttükleri gerekçesi ile gözümüzün önünde gözaltına alınıp, tutuklanıp, onlarca yıllık hapis cezalarına çarptırılmadı mı? Partileri kapattırılmadı mı? Devlet yetkililerinin internete düşen ses kayıtlarında ifade edildiği gibi tek taraflı eylemsizlik süreçlerinde siyasi operasyonların yanı sıra askeri operasyonlar da sürdürülmedi mi?
Dahası bu ülkenin başbakanı “Eğer bu sınır ötesi operasyonlarda önemli neticeler ortaya çıkmamış olsaydı, öyle zannediyorum ki bu süreç belki daha sakin geçebilirdi” derken, asıl amaçlanan şeyin kendi deyişiyle “sakinlik” değil de imha ve tasfiye olduğunu itiraf etmiyor mu?
Ve bizler her fırsatta var gücümüzle bütün demokratik kanalları böyle kapatırsanız, bir tek yolu açarsınız, şiddet döngüsünü yoğunlaştırırsınız diye bu sürecin temel sorumlusu olan siyasi iktidarı defalarca uyarmadık mı? Üç kuşaktır yaşanan bu savaş ve şiddet sarmalının Güneydoğuda ve büyük şehirlerde yaşayan genç kuşak Kürtlerde kaygı verici bir hızla ‘duygusal kopuş’ a yol açtığını söylemedik mi?
Başbakan geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamalarıyla bir yandan operasyonlar sürdürülürken, diğer yandan siyasi müzakerelerin sürdürüleceğini söyledi. Bu tutum yarayı kaşımaktan, savaşa hız vermekten başka bir şey değildir.
Şu gerçeği herkes aklına iyice koymalıdır: Savaşarak, barış olmaz…
Savaşa yeniden hız vermenin hepimizi ama hepimizi büyük yıkama götürdüğünü görmek gerek. Her kurşun hepimizden bir parça koparıyor, her ölüm bizi barıştan ve çözümden bir adım daha uzaklaştırıyor. Güç gösterisine ve yarışına derhal son verilmelidir. Kürt meselesinin askeri yöntemlerle çözülemeyeceği herkes tarafından teslim
edildiğine göre, konuşmaktan başka yol, başka çare yok. Şimdi tam da “Söz” söylemenin, söylenen sözün de gereğinin yapılmasının zamanıdır.
Türkiye’de savaşın sona ermesi için bir uzlaşma sağlanması şart. Bu savaşın temelinde Kürt sorunu yatıyorsa, sorunun muhataplarıyla, Kürtlerin siyasal temsilcileriyle müzakereler kaldığı yerden derhal başlatılmalıdır. Eğer 30 yıldır ödediğimiz bedellerin daha da artmasını istemiyorsak şimdi herkes elini hemen tetikten çekmeli, Kürt Sorunu’nun demokratik ve adil çözümü için Meclis’teki tüm partiler bir masada buluşmalıdırlar. PKK lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan yasadışı, keyfi tecrit ve görüş yasağına son verilmeli, tartışıldığını öğrendiğimiz protokollerin gereği yapılmalı, görüşmeler demokratik müzakereye dönüştürülmelidir.
Acıların üstünden pazarlık yapılamaz, toplumun tümünün acıları hissedilerek hak ve hukuk temeline dayalı bir barış tek amaç olmalıdır. Çözümün tek yolu, başta kimlik ve siyaset yapma hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin ‘amasız’, ‘fakatsız’ en geniş biçimde kullanımını başta Kürtler olmak üzere Türkiye’de ayrımsız herkes için teminat altına alınmasıdır. Doğal olarak temel hak ve özgürlükler hiç bir şekilde lütuf ya da pazarlık konusu olamaz.
Siyasal iktidar bir taraftan Kürt savaşını yürütüp diğer taraftan yeni anayasa yapmaya hazırlanıyor. Bu ikisinin birlikte aynı anda yapılması mümkün değildir. Dünyanın pek çok ülkesi demokratik anayasaları savaşı, çatışmayı ve sorunları bitirmek için yapıyor. Ülkede çatışma ve savaşın egemen olduğu koşullarda ancak ve ancak savaş anayasası yapılır. Bu nedenle, yeni anayasa yapma arzusu içersinde olanlar samimi iseler öncelikle bu savaşı durdurmak ve yeni anayasa hazırlık sürecine uygun bir ortam oluşturmak zorundadırlar.
Bugün 1 Ekim, bugün yeni dönem çalışmalarına başlayacak olan TBMM’ye de çok önemli rol düşüyor. Eğer TBMM, toplum nezdinde ki saygınlığını ve meşruiyetini korumak ve güçlendirmek istiyorsa tarihsel bir sorumluluk üstlenerek akan kanı durdurmaya yönelik somut adımlar atması gerekiyor. Aksi durumda, hele de bu ülke yurttaşlarının ezici çoğunluğunun sorumlusu olmadığı halde ölümlerine yol açacak bu savaşın yükseltilmesi, dahası bölgeye yayılması anlamına gelecek olan “sınır ötesi operasyon/kara harekâtı tezkereleri” ni gündeme alırsa kendi meşruiyet ve saygınlığını zedeleyecektir. Eğer yıllardır defalarca yenilenen bu tezkereler bir çözüm olabilseydi, yenilenmelerine ihtiyaç kalmazdı. Bunca deneyimden sonra, bu tezkere oylaması sonuç olarak ve özü itibari ile “daha fazla yaşam mı?” yoksa “daha fazla ölüm mü?” oylamasıdır.
Bütün milletvekillerine buradan seslenmek istiyoruz: Asli görevinizin, varlık sebebinizin ‘bu ülkede yurttaşların yaşamlarının korunması ve geliştirilmesi’ olduğu gerçeğinden hareketle bu tezkere oylamasını reddediniz! Böyle davranmak sizlere yetki veren yurttaşlara karşı vicdani ve ahlaki sorumluluğunuzun gereği olmasının yanı sıra sizleri daha onurlu ve saygın kılacaktır.
Sonuç olarak bu savaş asimetrikte olsa sadece silahlı iki gücün arasındaki sürmüyor. Hepimiz bu savaşın içindeyiz. Savaşın hem mağduru hem de tanıklarıyız. Daha da ötesinde sorumlularıyız. Bu nedenle, haklı çağrılarımızın, kınamalarımızın ötesinde doğrudan kendi hayatlarımıza sahip çıkmak ve kaderimizi elimizde tutmak için her şeye rağmen barış mücadelesini daha da yükseltip güçlendireceğimizi buradan ilan ediyoruz.
Barış için mücadele etmenin en az savaşmak kadar ağır bedellerinin olduğu bilinci ile bir kez daha sesleniyoruz:
Savaş Öldürür!
Savaş ve şiddet çözüm değildir!
Silahlarınızı hemen susturunuz!
Hak ve hukuk temeline dayalı bir barış toplumunun kurulması için büyük bir inançla çaba göstereceğimize hepimiz buradan söz veriyoruz.
TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ