Başka bir dünya mümkün!
Evet öyle.
Yüz yıl önce de Ekim Devrimi'ni yapanlar, Lenin'i, Troçki'si, Stalin'i, "Başka bir dünya mümkün!" diye yola çıktılar.
Dünya, vahşi kapitalizmin yarattığı adaletsizliğe, haksızlığa, eşitsizliğe karşı isyan dalgalarıyla sarsılmaya, kitleler kızıl bayraklar altında toplanmaya başladı.
Sonra bir tarafta, Hitler çıktı sahneye, karşı tarafta Stalin...
Totaliter rejimler dünyayı kanlı bir kıskaca aldı.
Hitler'i 1930'larda doğuran kapitalizm özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kendini terbiye etmeye koyulurken, Batı ile Doğuarasında, Washington ve Moskova'nın liderliğinde Soğuk Savaşyaşanmaya başladı.
Yıl 1961'di.
Mülkiye'ye, yani Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdim.
Artık 'solcu'ydum.
Yüzüm daha çok Moskova'ya dönüktü.
Ve Eluard'ın dizeleri ağzımızdan düşmezdi:
Günleri ve mevsimleri
Düşlerimize göre
Yeniden yaratacağız.
İyimserdik, Siyasal'ın koridorlarında koştururken o sloganı atardık:
Bugün Mülkiye'de,
yarın Türkiye'de!
Hangi pencereden baksam, hayal kırıklıkları, yanılgılar, yenilgiler...
Hayatta yanılmaya hakkım olduğunu henüz bilmiyordum.
Kendimden o kadar emindim ki.
Hayallerin sona ereceği bir noktanın varlığı aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Başka bir dünya mümkündü!
Düzen değişecekti.
Devrim yapacaktık.
Ama olmadı, yenildik!
1971 yılının 12 Mart günü öğle vakti radyoda askerin muhtırasıokundu.
Sevgili Doğan Bey'in o sesi bugün bile kulağımdadır:
Hasan, bu iş bitti galiba.
Nerede hata yaptık, bilemiyorum.
Düşünüyorum, bulamıyorum.
Kendi kendimle yüzleşme, hesaplaşma dönemi açıldı önümde.
Başka bir dünya hâlâ mümkündü!
Ama 'darbe'yle değil.
Yirminci Yüzyıl'ın bütün iniş
çıkışlarını ben de kendi tarihimde
yaşadım.
Yirminci Yüzyıl'ın bir yanı nasıl ki
insanlık için büyük acılarla
dopdolu geçtiyse, ben de bir yerde
o acılardan bir nebze olsun
payımı aldım.
Yirminci Yüzyıl nasıl ki
demokrasiyle totalitarizm
arasında, yani özgürlükle faşizm,
nazizm, komünizm arasında
büyük mücadelelerle geçtiyse,
ben de bu mücadeleleri kıyısından köşesinden yaşadım.
Hem kendi benliğimde, iç
dünyamda, hem de bu güzel
topraklarda...
Yirminci Yüzyıl'da nasıl ki dünya
kocaman bir duvar tarafından
acımasızca ikiye bölündüyse,
bizler de bölündük düşman
kamplara.
Aramızda yüksek duvarlar,
kafalarımızda setler oluştu.
Sonra o duvar yıkıldı, 1989'da.
Demokrasi kazandı !
Ama ben o duvarı, o setleri kendi
kafamın içinde daha 1970'lerde
yıkmaya başlamıştım. (1999'da
çıkan Kimse Kızmasın, Kendimi
Yazdım isimli kitabımdan)
Terör dalgası dünyayı kıskacına alıyor.
Bizde ise
seçim sandığından Erdoğan heyulası çıkmış durumda
'Solcu'ydum.
Hatta bir ara kendimi komünist sanmıştım. Ama bunun altını, bir ara şöyle bir eşeleyince, 'komünist'ten çok kemalist milliyetçi olduğumu fark etmiştim.
Sonra yüzümü 'sosyal demokrasi'ye, 'sosyal pazar ekonomisi'ne dönmeye başladım.
Pazar ekonomisinin özündeki rekabetçilik olmadan, çok partili demokrasi, hukuk devleti ve özgürlükler rejimi olamayacağını kararlılıkla savunmaya koyuldum.
Bugün de savunuyorum.
Savunuyorum ama...
Bu savunduğum düzenin geçerli olduğu ülkelerde bile bugün hâlâ adaletsizlik, haksızlık, eşitsizlik diz boyu...
Amerika Trump'ı çıkardı sahneye...
Rusya Putin'i...
Avrupa'da sol çöktü, malum milliyetçi hortlaklar ortalıkta cirit atmaya başladı yaşlı kıtada.
Çin'de kapitalizmi yaşatan tek parti diktası iktidarını sağlamlaştırıyor.
Orta Doğu'dan yayılan terör dalgası dünyayı kıskacına alıyor.
Bizde ise seçim sandığından Erdoğan heyulası çıkmış durumda...
Hangi pencereden baksam, hayal kırıklıkları, yanılgılar, yenilgiler...
Oysa, ne umutlarla başlamıştım hayata, hep "başka bir dünya mümkün!" diyerek... Ekim Devrimi'nin yüzüncü yıl dönümünde de farklı düşünmüyorum.
Ama bir soru aklımı kurcalamaya devam ediyor:
Yoksa, tarih bizi hep şaşırtmaya devam mı edecek?..