2 Eylül davasına Evren lehine katılmak isteyenler, vahşet yerlerinden biri olan Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nde kalanları bir dinlesin.
Koca hoca diyor ki, 12 Eylül davasında ben Kenan Evren lehine müdahil olacağım. Bir başkası çıkıp hesap soruyor, neden mahkeme önünde yoktunuz diye. Birileri de ‘Ne olmuş ki canım, onlar da rahat dursaydı’ diye giriyor lafa. Bir de 12 Eylül’ü bir günlük darbe sananlar, bugüne kadar gelen o ‘bütün dişleri duran canavar’ sistemi görmek istemeyenler var.
Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın gelmeye bile tenezzül etmediği 12 Eylül davası başladı başlayalı, herkes ahkâmda. O korkunç günleri yaşayanlar sussun istiyorlar. Ama zihin de, kayıt da unutmuyor. 12 Eylül’den sonra ‘askeri bir okula dönüşen’ Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’ndeki mahkûmlar anlatsınlar 12 Eylül’ün ne menem bir şey olduğunu. Biz susalım, Çayan Demirel’in yakında DVD’si de çıkacak belgeseli ‘5 Nolu Cezaevi, 1980-1984’ konuşsun. (Not: Pazar gününüz mahvolmasın diye, hafif olanları seçmeye gayret ettik.)
Kaşınma tekmili!
Nurettin Yılmaz: “Oturtuyorlardı bizi. Sen ya içeceksin bu pisliği, lağımı, çok affedersiniz, böyle b.k parçaları dolaşıyor... Ya içeceksin, yahut da senin başını banyo yapacağım. İçer miyim? Arkadan ayağımı çekiyor, şöyle çat düşüyor, bütün başın yüzün o pislik içerisinde.”
Mesut Baştürk: “Askerlerden kaşınmak için müsaade istiyorduk. Korkunç derece bit var, binlerce böyle. Duramıyorsun, sürekli kaşınıyorsun, esas duruşta böyle ellerin dizlerinde durmak zorundasın. Hiçbir şey demeyeceksin, kaşınmak istediğin zaman işte diyeceksin, faraza ben diyorum, Mesut Baştürk Diyarbakır, emret komutanım! Diyor söyle ulan i.ne nedir? Ben bir dakka kaşınabilir miyim? Eğer asker biraz insafa gelmişse, diyor kaşın işte i.ne falan. Sen de kaşınıyorsun yani.”
Nurcan Çamlı Maraşlı: “Meryem 13 yaşında, kısa boylu, böyle al al yanakları olan, çok böyle canlı, direngen, adeta böyle meydan okuyan o işkencecilere, o küçük yüreğiyle, böyle moral kaynağı olan bir yapıdaydı. Meryem de tutup yazmış ailesine, saçlarımız kesildi diye. Bu mektubu yiyeceksin dedi. Meryem’den tık yok. O kâğıdı aldılar, Meryem’in ağzını zorla açtılar, açmıyor ağzını. Çok dirençli bir çocuktu. İki asker parmağını ağzına sokarak, resmen kenetlenmiş böyle dişleri, açmıyor. Onu zorla Meryem’in ağzına koydular. Ağız böyle şişti. Çiğnemiyor. Esat kuduruyor. Bunu yutacaksın diyor. Mümkün değil, Meryem’i ikna edemediler, Meryem yine bir dayak faslı yaşadı.”
‘Annemle tek kelime konuşmadım’
Paşa Uzun: “Benim bir dişim ağrıyordu, sekiz tane dişimi çektiler. ... Uyuşturmadan sekiz dişimi çektiler. Ya sekiz dişimi niçin çekiyorsun? Doktorsun, tamam uyuşturmadın, onu da anladık, cezaevidir, belki olanaklarınız yoktu. Bari iki tane çek!”
Aziz Karataş: “O cezaevi süresince annemle tek bir kelime konuşmadım. Gelirdi, yüzüme bakardı, ondan sonra giderdi. Çünkü Türkçe bilmiyordu. Nasılsın diyordum, böyle gözlerinden yaşlar akıp bakıyordu.” Abdullah Delibalta: “Biz kenarda hazır olda bekliyorduk. …Bir kalas inip bir kalas kalkıyordu. Derken bunlar çıktılar, biz arkadaşlarla Hasan Çakır ve Ali Sarıbal’ın üzerine gittiğimizde, Hasan baygın yatıyordu. Ali Sarıbal ise her tarafı morarmış, boğazından hırıltılar çıkıyordu. Biz anladık Ali Sarıbal’ın gittiğini.”
Feridun Yazar: “Bir tane arkadaş yemeği dağıtırken, merdivenden geç çıktı, yani o koca askeri karavanayla merdivenden çıkacak, çok süratli ama... Son sayıyorum, dağıt diyor. Nasıl dağıtsın, üç kat daha çıkacak. Tekmeyle vurdular, çenesi kırıldı ve öldü. Ve bize imzalattılar, kendisi ayağı kaydı düştü diye.”
‘Yanaklarından etler döküldü’
Selim Dindar: “Gece üç buçuk dört arası, büyük bir patlama sesiyle uyandık. … Hepimiz alevin olduğu yere geldik. O alevlerin içinden bir ses yükseldi. ‘Bu bir yangın değildir, bu bir eylemdir’ dedi. Bu süreç bir-iki dakika, belki üç dakika sürdü. Baktık ki, kafa kafaya vermiş dört tane insan çıktı ortaya. Tabii onları ayırıp… Haliyle ben tanıdığım insanın üzerine gittim. Ferhat Hoca dişlerini kenetlemiş böyle, nefes alıp veriyor, bir tılsım sesiyle.. Eğildim, hocam bir şeyler söyle dedim. ... Daha önce onunla yan yana geldiğimizde türkü söylüyordum, Kürtçe. Bu türkülerden beğendiği bir türkü vardı, Sevdariye. Sevdariye sevgilim demektir. Bana dedi o türküyü söyle. Şimdi söylemek bir türlü, söylememek bir türlü. Hem söylüyorum hem ağlıyorum. … Bana moral vermek için, tebessüm etti. Tebessüm edince de, yanaklarından etler döküldü…”
Bilseydi anan seni doğurur muydu?
İpek Gür: “Cezaevinin tepesinde böyle koca bir kulübe vardı, Esat Yıldıran da orada dikiliyordu. Oradan indi geldi, bir Kürt anasının önüne. Dedi ki ana, bak şu çocukların seni ne perişan ediyorlar. Bunları doğuracağına taş doğursaydın dedi. O Kürt anası başını kaldırdı, şöyle yüzüne baktı, analar ne doğuracağını bilseydi, senin anan da seni doğurur muydu dedi. Ayyy, o anda her taraf buz kesti.”
Remzi Ercanlar: “Şu büyüklükte bir farenin kuyruğunu tutmuştu, sallıyordu. Sandalyenin üzerinden sırtüstü yıkıldım. Ve düşer düşmez o fareyi, hem yüzüme vuraraktan, bir kedinin fareyi parçalar gibi parçalayıp ağzımın içerisine sokmaya başladılar ve o fareyi bana yedirdiler. Dedim ki istediğiniz her şeyi yapacağım ama beni koğuşa götürün, bir üstümü değiştireyim, kendime geleyim, yıkanayım. Koğuş sorumlusuna dedim ki bana jilet verin, tıraş olacağım. Üstüme dökebildiğim kadar su döktüm, özellikle ağzıma almaya çalışıyorum, içimdeki pisliği atmaya çalışıyorum. Gittim en sondaki ranzaya, arkadaşlar dedim, ihanet etmektense, devrim için, halkım için kendimi öldürüyorum. Boynuma jileti vurdum.” Nazan Özcan / Radikal