Yılmaz Çamlıbel
Araştırmacı -Yazar
Lozan Antlaşması, Türk devletine yasalite kazandıran, Osmanlı egemenliğindeki Kürdistan'ı üç parçaya bölüp sömürgeleştiren bir antlaşmadır. Türkiye cumhuriyeti, bu antlaşmayla meşruyet kazanmıştır.
23 temmuz 1923 tarihinde imzalanan bu antlaşmanın 37. Maddesinde şöyle deniliyor. Türkiye, bu metindeki hükümleri temel yasa olarak tanınmasını ve hiç bir yasanın, hiç bir yönetmenlik ve hiç bir resmi işlemin bu hükümlerle çelişkili ya da onlara aykırı olmamasını ve hiç bir yasanın, hiç bir yönetmenliğin ve hiç bir resmi işlemin sözkonusu hükümlere üstün sayılmamasını kabul eder
Bu nedenle, Lozan'ın imzalandığı tarihten itibaren, Türk devletinin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve inançsal eylam ve davranışları bu metnin temel mantığına aykırı olmaması gerekir. Çünkü Lozan Antlaşması, Türk anayasasının da üzerinde bağlayıcılığı olan bir hukuk metnidir.
Oysaki Lozan'dan sonra Türkiye'de yapılan anayasaların, yasaların, yönetmenliklerin ve resmi işlemlerin büyük çoğunluğu, Lozan Antlaşması'nın temel ilkeleriyle çelişmektedir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti, resmen gayr-i meşru bir hale gelmiş bulunuyor.
Sevgili okuyucularım, yukarda yazdığım notları, unutmadan yazımı okumanızı rica ediyorum. Bu şekilde, Türk yöneticilerinin imzaladıkları bu hukuk metninin ana ilkelerini nasıl çiğnediklerini, bunun sonucunda Türk devletinin nasıl gayr-ı meşru hale geldiğini daha iyi göreceksiniz. Zira Türk Anayasası başta olmak üzere, mevcut yasalarının büyük bir bölümü, Lozan Antlaşmasıyla ciddi şekilde çelişmektedir.
Tarihi bilgilerden yoksun olanlar, geçmişini bilmeyenler, içinde yaşadığı süreci doğru kavrayamazlar ve gelecekle ilgili doğru projeler yapamazlar. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı, Kürdistan'ın parçalanması sürecinde Kürtler, ne yazık ki böyle bir durumdaydılar.
O günün koşulları bir Kürt devletinin kurulmasına çok uygundu. Osmanlı İmparatorluğu dağılma sürecine girmişti. Emperyalist devletler, bu dağılmayı hızlandırmak için yoğun çaba içine girmişlerdi. Osmanlı egemenliği altında yaşayan ülkelerinin önder kadroları, bu tarihi gidişten yararlanmak için örgütleniyor, halklarını mücadele alanlarına sürüyor, güçlü devletlerle iş ve güç birliği yapıyorlardı.
Ama Kürtler içide bulundukları ciddi zaaflar nedeniyle, ulusalcı bir politika izleyemediler, aksine Kemalistlerin kuyruğuna takıldılar ve boynuna geçirilen sömürge zincirini kıramadılar.
Günümüzde, Kürt halkının temsilcisi olduklarını söyleyenler tıpkı 90 yıl öncesi gibi, Kemalistlere kuyrukçuluk yapıyorlar, Kürtleri ikinci bir Lozan batağının içine çekmeye çalışıyorlar.
Bu nedenle günümüzde Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine gönül verenlerin, bu uğurda özveriyle çalışanların, birinci Lozan sürecini çok iyi kavraması gerekiyor. O dönemde nasıl aldatıldığımızı iyi bilmezsek eğer, ikinci Lozan tuzağına düşmekten kurtulamayız. Ben, Lozan sürecinde yaşanan önemli olayları bir kaç bölümde sizlere aktarmak istiyorum.
Osmanlı İmparatorluğu, ondukuzncu yüzyılın başlarında dağılma sürecine girmişti. Osmanlı egemenliği altında yaşayan halkların tümü, ulusal haklarını elde etmek için, Osmanlı coğrafyasını yeniden düzenlemeye çalışanlar, Düvel-i muazzama denilen güçlü devletlerle iş ve güç birliği yaptılar. Halklarını seferber ederek, sürece etkin biçimde katılarak bu dağılmayı hızlandırdılar ve sonuçta ulusal haklarına kavuştular.
Dönemin güçlü ülkelerin yöneticilerinin büyük bir bölümü, bir Kürt devletinin kurulması gerektiğini söylüyorlardı. Lozan'da da bu konuyu sürekli olarak gündeme getirdiler. Ne yazık ki o dönemin Kürt önder kadroları, bu tarihi gidişi doğru okuyamadılar. Dolayısiyle sürece katılma çabası içine girmediler. Sonuçta Osmalı idaresi altanda yaşayan tüm halklar, bağımsız devletlerini kurdular. Sadece Kürtler bundan mahrum kaldılar.
Şunu kabul etmek zorundayız ki Kemalistler, bu gidişi en iyi okuyan, azami yararı sağlamak için sürece örgütlü biçimde katılan, bunun için emperyalistlerle iş ve güç birliği yapmaktan kaçınmayan kesimlerin başında geliyordu. Bu nedenle de, azami çıkarını elde etme başarısını gösterdiler.
O süreçte Kemalistler, Kürtlere çok vaatlerde bulundular. M. Kemal, Samsun'dan sonra geldiği Amasya'da Amasya Tamimi adıyla bir deklerasyon yayınladı.
Daha sonra M. Kemal ile Osmanlı Bahriye Nazırı Salih Paşa, 22 Ekim 1919 tarihinde Amasya Protokolünü imzaladılar.
Bu protokolün bir pragrafında şöyle deniliyordu. Osmanlı Devleti tasavvur edilen hududunun, Kürt ve Türklerin mesken olduğu araziyi ihtiva ettiği, Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra, bu hususun asgari bir talep olmak üzere temin edilmesi, müştereken kabul edildi. Bundan başka, Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin için ırki ve içtimai (ulusal ve toplumsal) hukukları aynen kabul edildi.
Görüldüğü gibi bu protokol ile Kürtlerin temel insani ve ulusal hakları tanıyor ve güvence altına alınıyordu. M. Kemal, Kürt önderlerine yolladığı mektuplarda, kutsal vatanımıza giren sömürgecileri kovmak, bunların eline esir düşen padişahı kurtarmak ve ortak bir devlet kurmak için, el ele vermeyi ve ortak bir devlet kurmayı öneriyordu. Bazı Kürt yurtseverlerinin karşı çıkmalarına rağmen, Kürtlerin büyük bir bölümü M.Kemal'e destek verdiler ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasına büyük bir katkı sundular.
Bir sonraki yazımda, Lozan Konferansında yaşanan önemli tartışmaları özetleyeceğim.
Lozan konferansına, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Romanya, Yunanistan, Bulgaristan, Belçika, Portekiz, Türkiye, Sovyetler Birliği, Amerika, Sırp-Slovenya (eskiden böyle bir devlet vardı.) devletlerinin delegeleri katıldılar.
Lozan konferansına, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Romanya, Yunanistan, Bulgaristan, Belçika, Portekiz, Türkiye, Sovyetler Birliği, Amerika, Sırp-Slovenya (eskiden böyle bir devlet vardı.) devletlerinin delegeleri katıldılar. Son üç devlet, Lozan Antlaşmasını imzalamadılar.
Lozan Konferansı'nda İngiltere delegasyonu başkanı Lord Curzon'la, Türk delegasyon başkanı İsmet Paşa arasında kıran kırana bir tartışma yaşanıyordu. Tartışmanın merkezinde azınlıklar sorunu ile, Musul, Kerkük ve Süleymaniye şehirlerinin kimin sınırları içinde kalması sorunu vardı. Gerçekte bu şehirler bir bahaneydi. Tartışmanın ana nedeni, Kürt ve Kürdistan sorunuydu.
Lord Curzon sık sık, bir Kürt devletinin kurulması gerektiğini gündeme getiriyordu. Türk heyeti başkanı İsmet Paşa ise Ayrı bir Kürt devletine gerek yoktur. Zira bizim kurduğumuz yeni devlet, Türk ve Kürtlerin ortak devletidir diyordu.
Lozan'da yapılan önemli tartışmaların birisi de, azınlıklar sorunuydu. Türk tarafı, azınlık tarifini din kimliği üzerine oturtuyordu. Diğer ülkelerin delegasyonları ise, bunun milliyet ve kültür bazında ele alınması gerektiğini söylüyorlardı. Bu delegelere göre, güvenceye alınması gereken en önemli şey din değil, insanların milliyeti ile kültürüydü.
20 kasım 1922 tarihinde yapılan toplantıda Türk delegesi Rıza Nur, şöyle konuşuyordu. Müttefikler, müslüman azınlıklardan bahsediyorlar. Türkiye'deki tüm müslüman halklar, din, gelenek ve tarihi geçmiş bakımından bir birlik oluşturuyor. Tüm bu halklar, ülkenin hükümetine tam bir eşitlik içinde katılıyorlar.
Uzun tartışmalar sonucunda Türk heyeti amaçlarına ulaştılar. Bu önemli konu tutanaklara Müslüman olmayan halklar biçiminde geçti. Böylece Kürtler başta olmak üzere tüm müslüman halklar, azınlık statüsünün bile dışına atıldılar.
21 aralık 1922 tarihli oturumda, dil serbestliği konusu tutanakla şu şekilde geçti. Her hangi bir Türk vatandaşı, gerek özel ve gerekse ticari ilişkilerinde, din, ya da her çeşit basın yayın konularıyla açık toplantılarda, dilediği bir dili kullanmasına karşı, hiç bir sınırlama getirilemez. Türkçe'den başka bir dil konuşan Türk uyruklularına, mahkemelerde kendi ana dillerini gerek sözlü ve gerekse yazılı kullanmasına kolaylıklar sağlanacaktır.
Bu metindeki Her hangi bir Türk vatandaşı tabirine dikkatinizi çekmek istiyorum. Burada söylenen şudur. Müslüm veya gayr-i Müslüm Türk yurttaşlarının tümü, mahkemelerde, ticari işlerinde, dini konularda, genel yayın konularda istediği dili, yani ana dilini kullanabilir.
Ayrıca bu temel hak ve özgürlükler, Antlaşmanın 44. Maddesinde bir kez daha güvence altına alınıyordu. Maddenin bir bölümü şöyleydi. Türkiye, bu kesimle ilgili maddelerin, Türkiye'nin müslüman olmayan azınlıklarına ilişkin bulunduğu ölçüde, uluslararası toplumu ilgilendiren nitelikte yükümler getirdiği ve onların Milletler Cemiyetinin güvencesi altına konulmasını kabul eder.
Buna ilaveten, Türkiye'nin buna uymaması halinde, Türk hükümeti konunun Uluslararası Adelet Divanı'na götülmesine itiraz etmiyeceği şartını da kabul ediyordu.
Bilindiği gibi Türk yöneticileri, 90 yıldan beridir Lozan Antlaşmasının bir çok maddesini çiğnediler. Bu konuda özellikle Kürtlere kan kusturdular. Bu nedenle, kuruluşundan beri altına imza ettiği antlaşmayı çiğneyen Türk devleti, hukuken gayr-ı meşru bir duruma düşmüş bulunuyor. Buna karşın şimdiye kadar Lozan Antlaşmasını imzalayan hiç bir devlet, Lozan hukukunu çiğnediği gerekçesiyle, Türkiye'yi Uluslararası Adalet Divanı'na şikayet etmemiştir. Yani attıkları imzalarla bu konuya kefil olan devletler, altına girdikleri sorumluluğu yerine getirmemişlerdir.
Kürt-Kav Yönetim Kurulu Başkanıyken İstanbul'da açtığımız Kürtçe dil kursu, İstanbul valiliğince kapatılmış, aleyhime dava açılmıştı. Bu durumu bildirmek, imzalarına sahip çıkmaları için, Lozan Antlaşmasını imzalayan tüm devletlerin büyük elçilerine bir mektup yazmıştım. Sadece İngiliz büyük elçisi mektubuma yanıt vermiş, benimle görüşmüştü. Bana durumu Londra'ya bildirdiklerini, gelecek cevabı da bana ulaştıracaklarını söylemişti. Ne yazık ki onlardan da bir yanıt almadım.
Gelecek yazımda, Lozan'da Kürt sorunu üzerinde yapılan tartışmaları sizlere özetleyeceğim.
Daha sonra Lozan'da özellikle Kürt ve Kürdistan sorunu tartışılmaya başlandı. En sert tartışmalar, Musul, Kerkük ve Süleymaniye şehirlerinin statüsü, dolayısiyle Kürdistan konusunda yapıldı. Türklere göre, bu bölgedeki nüfusun % 52 si Kürt, %28 i Türk, % 8 i ise Araptı. İngilizlere göre ise, %55 i Kürt, % 8 i Türk, % 23 ü ise Araptı. Yani, her iki tarafa göre de bölge nüfusunun yarıdan fazlası Kürttü.
Daha sonra Lozan'da özellikle Kürt ve Kürdistan sorunu tartışılmaya başlandı. En sert tartışmalar, Musul, Kerkük ve Süleymaniye şehirlerinin statüsü, dolayısiyle Kürdistan konusunda yapıldı. Türklere göre, bu bölgedeki nüfusun % 52 si Kürt, %28 i Türk, % 8 i ise Araptı. İngilizlere göre ise, %55 i Kürt, % 8 i Türk, % 23 ü ise Araptı. Yani, her iki tarafa göre de bölge nüfusunun yarıdan fazlası Kürttü.
İsmet Paşa Türklerle Kürtlerin ayrılmaz bütünlüğünü şu şekilde savunuyordu. Türkler ve Kürtler, soy, inanç, özlem, töre ve gelenek bakımından uyum içindedirler. Yüz yillardır bu iki halk birlikte yaşıyorlar. Kürtler, Türkler gibi her zaman yurttaşlık haklarından yararlandılar. İki halk arasında siyasi ve sosyal açıdan ayrılık gayrılık söz konusu değildir. Şu andaki parlementoda Kürtlerin temsilcileri var. Kürtler, ülke yönetimine etkin biçimde katılıyorlar.
Musul, Kerkük ve Süleymaniye Kürt şehirleridir. Kürt halkı Musul'daki kardeşlerinden ayrı yaşamak istemiyor. Ankara'daki hükümet, Türklerin ve Kürtlerin ortak hükümetidir. Bu nedenlerle, adı geçen şehirlerin bize verilmesi gerekir.
Lord Curzon, İsmet Paşaya şöyle cevap veriyordu. Kürtlerin Türklerle beraber yaşamak istediği görüşü doğru değildir. Kürtler, Türk yönetiminden hoşnut değillerdir. Kürdistan'ın bağımsızlığı ve özerkliğiyle ilgili olarak, Kürtlerden bizlere yoğun talepler geliyor. Kısacası dil, kültür, gelenek ve görenekleriyle Türklerden ayrı bir halk olan Kürtler, sosyal ve siyasal bakımdan Türklerden ayrı bir statü içinde yaşamak istiyorlar. Bu nedenlerle Kürt halkı, Türklerin insafına bırakılamaz.
Evet, Lozan'da yapılan en sert tartışmalar Kürt ve Kürdistan üzerineydi. Lord Gurzon, Ermenilerle Kürtlerin devlet sahibi olmasını savunuyordu. İsmet Paşa ise, Türklerle Kürtlerin ayrılmaz iki halk olduğunu, iki halkın kurtuluş mücadelesinde el ele verdiklerini, iki halkın bir ortak hükümet kurduğunu, bu nedenlerle Kürtlerin ayrı bir devlete ihtiyaçlarının olmadığını söylüyordu.
Lord Curzon konuşmasının bir yerinde şöyle söylüyordu. İsmet paşa Türklerle Kürtlerin aynı soydan geldiğini söylüyor. Aklı olan hiç bir kimse bu lafa inanmaz. Kürtçe, İrani dil grubuna bağlı, bağımsız zengin bir dildir. Kürtlerin görünümü Türklere benzemez. Kadın erkek ilişkileri, dil, kültür, gelenek ve görenekleri bir birine benzemez. Ben Kürdistan'da çok kaldım. Her zaman bir Kürdü bir Türkten ayıracağıma bahse girerim. Kör olmayan her kes de bunu yapabilir.
Lord Gürzon daha sonra şunları söylüyordu. Kürtlerle Türklerin el ele mücadele ettikleri de doğru değildir. Kürtler defalarca Türklere karşı baş kaldırıp savaştılar. Bitlis ve Dersim başkaldırıları bunun çarpıcı örnekleridir.
İsmet paşa bu sözlere, günümüz Türkiye'sinde kullanılan biçimiyle cevap veriyordu. Bunlar, dış devletlerin kışkırtmalarıyla meydana gelen lokal olaylardır. Kürtler ulusal mücadelesinde Türklerle beraber kahramanca savaşmış, Türk generallerinin taktirine mazhar olmuşlardır.
İsmet Paşa daha sonra sözü İngilizlerin kurmak istediği Kürt devletine getirerek şöyle diyordu. İngiliz heyeti, bizim Kürtlere özerklik vermeye niyetli olmadığımızı söyleyerek, Bu konunun burada çözümlenmesi gerektiğini söylüyor. Buna gerek yoktur, zira Kürtler ülkemizde her zaman siyasal ve sosyal haklarını kullanmışlardır. Hükümete etkin biçimde katılıyorlar.
İngilizler, verecekleri Kürt özerkliğine ne ad koyarlarsa koysunlar, bu özünde sömürge statüsü olacaktır. Bu statüyü kabul edecek bir Kürt bile bulamazsınız. Tanıyacağınız bu statü, Kürt soyu gibi üstün bir soyu asla tatmin etmeyecektir.
Vay babam vay! Hele bakın İsmet paşa ne diyor? Kürtler soylu bir halktır, sömürgeciliği kabul etmez. diyor. Peki sonra neler oldu? Kemalistler Kürdistan sömürgeleştirdiler. Soylu Kürt halkını da, kuyruklu Kürt yaptılar. Kürtlerin varlığını inkar ettiler. Kürtleri yok saydılar ve yok etmeye çalıştılar. Kürdistan'da terör estirdiler.
Hele bir düşünelim, acaba dünyada Kemalistler gibi, düzenbaz, üç kağıtçı, hilekar, tezgahtar, sahtekar insanlar varmıdır? Dünya'da hangi milletine bu denli vahşi bir eritip yok etme politikası uygulanmıştır?
Devam edecek..