Hakkâri, 'barış' diyor; Türkiye'de bu sözcüğe en fazla ihtiyaç duyan orada yaşayanlar. Ama 'barış' derken, 'Kürt kimliğinin tanınması'nı, 'İnkârı kaldırdık' denmesini yeterli bulmuyor.
ABD'nin en ucunda yer alan Seattle kentinde yılın büyük zamanı kapalı havada, yağmur altında geçer. Yeni bir güne, güzel, açık bir havada girilmişse Seattle'lılar Mountain is out derler. Yani, Dağ ortaya çıktı... Şehrin güney yönünde, aslında birkaç saat uzaklıkta olan ABD'nin en yüksek dağı, Mount Rainer'ın karlı zirvesi görünmüştür.
Türkiye'nin en ucundaki Hakkâri'de Sümbül Dağı, şehrin hemen dibinden yükselir. Kimi zaman her yanı kaplayan sis, 3500 metre yükseklikle göğe tırmanan yüce dağı kimseye göstermez.
Cuma sabahı, değerli dostum Halit Yalçın (Xalid Sadini) kafasını kaldırdı; mutlulukla haberi verdi: Sümbül derket!
Yani, Sümbül ortaya çıktı anlamında, anadilinde mutluluğunu paylaşıyordu. Halit'e, Bu güzelliğe doyamıyorsun değil mi? diye takıldım. Halit, Bu Sümbül yüzünden Hakkâri'den ayrılmayı hiçbir zaman aklımdan bile geçirmedim. Hapishanede 9,5 yıl Sümbül'ü görme hayaliyle yaşadım dedi.
Halit Yalçın'a, Hakkâri'nin ruhu dense yeridir. Kürt edebiyatı ve dili konusunda sayısız çalışması, yayımlanmış eserleri var. Üye olmadığı halde 'örgüt üyeliği'nden mahkûm olmuş. 1992'de içeri düşmüş, 2002'de dışarı çıkmış. Belki de haksız mahkûmiyetin seni kurtarmış; 1990'lı yılları dışarıda, buralarda geçirmiş olsan, öldürülmüş olabilirdin diyerek grotesk bir değerlendirmede bulunuyorum.
Bunu kendisine söyleyen ilk ben değilmişim; Halit Yalçın'ın o yıllarda Özgür Gündem gazetesinde Hakkâri muhabiri olarak çalışan kardeşi, kendisi kadar 'şanslı' olamamış, bir 'faili meçhul'e kurban gitmiş. Aslında, faili meçhullerin birçoğu gibi faili belli bir cinayetmiş. Cinayetin 'devlet'e 'iltihak' eden 'itirafçılar'ın işi olduğunu, uyuşturucu işine de tabii ki 'resmi makamlar'ın gözetimi ve işbirliğinde- bulaşmış olan 'Yüksekova Çetesi' olarak bilinenlerle ilişkili bulunduğunu Hakkâri'de bilmeyen pek kimse yokmuş.
Halit Yalçın'ın babası on yıllarca Hakkâri'de Ulu Cami'nin imamlığını yapmış. Onu bir gün önce tanıdım. Hakkâri Üniversitesi'nin davetiyle 'Atatürk Kültür Merkezi'ndeki konferansımın izleyicileri arasında o da vardı. Hakkâri, kimilerinin gözünde 'Türkiye'nin kaybedilmiş toprağı', kimisine göre 'kurtarılmış toprak' ama burada dindar ve muhafazakâr kesimin genişliği, 'dışarıdan' pek fark edilmediği gibi, gereğince bilinmiyor da.
Hal böyleyken, tüm ülkede iki kişiden birinin oyunu alarak iktidara gelmiş olan AK Parti'nin Hakkâri'de bir il merkezi olmamasını, bir bina bulamamasını, başta partinin genel başkanı, iktidar partisinin doğru değerlendirmesinde yarar var. Bu durumun gerekçesini 'Örgütün oluşturduğu baskı' ile izah etmek, yeterli ve tatmin edici değil.
Zaten Hakkâri'de iki-üç gün geçirince, günlük yaşam görüntülerinin Türkiye'nin hiçbir yerine benzemeyen anormallikte olduğunu çıplak gözle görebiliyor insan.
Şehrin 7 kilometre aşağısında, Zap Irmağı'nın Sümbül Dağı'ndan inen çığlarla buluştuğu Depin ile şehir merkezi arasında sürekli bir zırhlı araç hareketi var. Küçük ve koyu siyah renkli olanlarına 'akrep' deniyor; daha iri ve üzeri askerlerin kırsaldaki giysilerinin renklerine bürünmüş olanlarına 'kirpi'. Bir süre sonra 'kirpiler'i saymaktan vazgeçiyorum. Bir-iki, üç-beş derken sayı 20'nin üzerine çıkıyor; aralarında 'akrepler'. Kimse kafasını çevirip bakmıyor. Alışılmış, kanıksanmış, günlük Hakkâri manzaraları besbelli ki.
Benim için de tanıdık görüntüler bunlar. Ama Türkiye'den tanıdığım, hele son yılların Türkiye'sinden tanıdığım görüntüler hiç değil. 'Kirpiler' ve 'akrepler'in önünden geçtiği, girip çıktıkları yüksek duvarlar ve dikenli tellerle çevrilmiş jandarma merkezlerini de görünce, Ben bu görüntüleri gayet iyi tanıyorum diyorum yanımdaki arkadaşlara; Belfast, 1997 yılında aynen böyleydi. 2003, 2004, 2005 yıllarında Bağdat böyle görüntüler verirdi. Bir de Batı Şeria böyledir. Kudüs-Ramallah arasında, Nablus'ta, Hebron'da (el-Halil) da manzara aynen böyleydi...
Bu gözlem ve izlenimimi beni dinlemeye gelen emniyet mensuplarıyla da paylaştım. Genç bir polis, gözlemime itiraz etmeden, Hakkâri'de 'sıkıntılı bir durumda' bulunduklarını belirtti. Görüntülere bakınca öyle olmalı dedim, Ama şayet Hakkâri bizim ülkemiz ise, ülkemizin bir parçasıysa; hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, böyle bir görüntü olmaz. Olmaz...
Acaba, bu 'olmaz' günlük yaşam manzarasının nedenlerini, Hakkâri'de okumaya başladığım, bölgenin saygın aydınlarından İhsan Çölemerikli'nin 'Mezopotamya Uygarlığı'nda Hakkâri' isimli kitabının şu satırlarında bulabilir miyiz:
Hakkâri insanı, son derece stratejik ve kapalı bir coğrafyada yaşıyordu. 20. yüzyılın birinci çeyreğindeki gelişmeler, Hakkâri'yi üç devletin sınırına yerleştirmişti. Bir çıkmaz sokak, son durak olmuştu. Doğu ve güney topraklarının tamamı bölünmüş, sınır çitleriyle çevrilmişti. Bu nedenle geçmişte Doğu ve Güney Kürdistan'a açılan damarlar kesilmiş, yerlilerini bütünleştirip uygarlaştıracak ekonomik ve kültürel bağlar koparılmıştı. Tedip ve tenkil harekâtlarıyla anlam bulan 'tepeleme', 'hizaya getirme', sindirme, korkutma kılıçları başından hiç eksik olmamıştı...
Bu satırlardaki 'çıkmaz sokak' ve 'son durak' nitelemeleri çok çarpıcı. Oysa Hakkâri, tarihi boyunca çok geniş bir bölgenin merkezinde yer almış, geçit vermez gibi görünen (vilayetin yüzde 90'ı) dağlar ile Zap'a ve Zap'a karışan sayısız suyun geçtiği vadiler, adeta, sürekli bir insan hareketinin ve ticaretin cereyan ettiği 'otoyollar' olagelmişler.
Bugün bile Hakkârililer, sınırın Irak tarafını ellerinin avucu gibi bilerek anlatıyorlar. Irak Kürdistanı'nın kuzey bölümünün her köşesinde akrabaları var. Şemdinli ve Çukurca civarındaki iki sınır kapısının, Derecik ve Üzümlü'nün açılması, Hakkâri ile 'Kuzey Irak'ı ekonomik ve ticari bakımdan birleştirecek ve 'çıkmaz sokak' ya da 'son durak' halinden çıkararak canlandıracak.
Hakkâri 'kaybedilmeyecek'; tam tersine, 'Kuzey Irak'ın fiilen Türkiye ile entegrasyonunda önemli bir adım atılmış olacak. Elbette, bunlar Kürtlerin tarih sahnesine yeniden ve yeni bir kimlikle çıkışına işaret eden ve 'yapay sınırları' anlamsız kılmaya yönelik önlenemez gelişmelerin izdüşümleri.
Hani şu bizim yıllardır söylediğimiz, MGK'nın da son zamanlarda benimsediği ileri sürülen "Türkiye, Kürtlerden ötürü küçülmeyecek; tam tersine Kürtlerle büyüyecek tezinin ipuçları.
Tam da bu nedenden ötürü, Hakkâri'nin gündeminde (Van'da da öyle olduğu anlaşılıyor) 'Suriye Kürtleriyle ilgili gelişmeler' tepeye oturmuş vaziyette. Bir Hakkârili akademisyen, Şu sırada Hakkâri, 'Süreç'ten ziyade dikkatini Suriye'deki gelişmelere çevirmiş vaziyette dedi.
Öyle olsa bile, bütün bunlar, Abdullah Öcalan ile İmralı'da yeni bir ivme kazanan 'diyalog'un sonuçlarını daha da önemli kılıyor.
Hakkâri, 'barış' diyor; Türkiye'de bu sözcüğe en fazla ihtiyaç duyan orada yaşayanlar. Ama 'barış' derken, 'Kürt kimliğinin tanınması'nı İnkârı kaldırdık denmesini yeterli bulmuyor-, 'anadilde eğitim'i, KCK tutuklularının serbest bırakılmasını ve PKK'nın Türkiye siyasetine yasal olarak dahil edilmesini 'olmazsa olmazlar' olarak görüyor. Öyle diyor.
Ve, şimdi Abdullah Öcalan'ın ne dediğini, ne diyeceğini merakla bekliyor...