Bu inatlaşma, sertlik ve boşvermişlik Türkiye'yi tahminlerden çok daha zor bir noktaya sürükleyebilir.
Gezi eylemlerinin başladığı 31 Mayıs'ta değil ama anlaşılan o ki dün Türkiye yepyeni bir döneme girdi. Başbakan Erdoğan'ın bitkin ve kızgın bir şekilde yaptığı grup konuşması 'Yeni Türkiye' üzerine çok önemli ipuçları veriyordu.
Bu yeni kurulması planlanan rejim benim gibi savaş muhabirleri için Ortadoğu'da veya dünyanın farklı köşelerinde benzerlerini çok sık gördüğümüz bir rejim.
Muhaberatın güçlendirildiği, polisin rejimin sopası haline dönüştürüldüğü, mezhep ayrılıklarının öne çıkarıldığı, dış mihrak komplo teorilerinin havada uçuştuğu, iç düşmanın dış düşmandan tehlikeli hale getirildiği, tek bir liderin hemen her gün büyük kitlelere uzun uzun konuşmalar yaptığı, bütün televizyon kanallarının o tek adamın konuşmasından başka bir şey veremediği, basının sansür edildiği, sanatçının düşman bellendiği, sosyal medyanın baş belası olarak görülüp zapturapt altına alındığı bu rejimleri çok yakından biliyoruz.
Haklı ya da haksız her ne nedenle çıkarsa çıksın sonuçta bir ülkede bir eylem yapılıp, 4000 kişi yaralanıp, 5 kişi hayatını kaybedip, 11 kişinin de gözünü kaybettiği bir bilançoda hâlâ polisin 'en demokratik hakkını sergilediği'ni düşünüyorsanız kasıtlı bir algı kaymasının kurbanısınız demektir.
Son bir haftadır yapılan her konuşmanın ardından emin oluyoruz ki iktidarın Türkiye'deki 'iç düşman' tanımı 'update' edildi. Yani yenilendi.Düne kadar ülkeyi bölmeye çalışan komünistler, PKK'lılar ve Ergenekoncular vardı. Bugün artık Beyaz Türkler, sermaye sahibi işadamları, sanatçılar, gazeteciler, rektörler, üniversiteliler, çevreciler, uzatmadan yazarsak iktidarı eleştiren hemen herkes bu tanımlamanın içinde kendini bulabilir.
Demokrasi ve hukuk
Bir ülkenin rejiminde iç düşman kavramının her geçen gün daha da flulaşması, o ülkedeki demokrasi ve hukuk gibi evrensel değerlerin de mutasyona uğraması anlamına geliyor.
Bugün artık demokrasi diyen, bireysel özgürlükler diyen herkes bu 'yeni iç düşman' çerçevesinde iktidarı devirmeye kasteden kesimler olarak konumlandırılıyor. Bu güvenlikçi politikalar bugün yarın polis baskınları, açılacak davalar ve bunları destekleyecek dezenformasyon yüklü yayınlarla bir cadı avına dönüşeceğe benziyor.
Çevreci ve demokratik başlayan bir eylemin, basit bireysel isteklerin kişisel bir öfke ile yanlış okunmasının, bedeli çok ağır olabilecek bir intikam hesaplaşmasının eşiğindeyiz.
Daha endişe verici olan ise kitleler arasında kutuplaştırmanın arttırılması.
Bu ülkede sadece Camiye bomba atıldı söylentisi yüzünden şehirlerde insanların birbirini öldürdüğü, anlaşılan çok çabuk unutulmuş. Bir söylenti yüzünden binlerce kişinin galeyana gelip onlarca kişiyi bir otelde sıkıştırıp yaktığı anlaşılan artık kimsenin umurunda değil. Eğer öyle olsaydı Camilere ayakkabı ile girdiler, içki içtiler, türbanlı kadınlarımıza saldırdılar gibi bir söylem bu kadar sık tekrar edilmezdi.
% 50'nin gönlünü hoş tutayım, safları sıklaştırayım, cepheyi güçlendireyim derken aynı kitlenin on binde birinin bu söylem sonrası galeyana gelip sokaklara dökülme tehlikesini umursayan olmamasını anlamak çok zor. Neyse ki Türk halkı bu söyleme şimdilik çok itibar etmiyor. İtidalini kaybetmiyor. Sakinliğini koruyor.
Vazo kırılmak üzere
Bütün bu hengâmede asıl bir başka vazo kırılmak üzere.
İlk günden beri 30 yıldır bitecek bir savaş sonrasında barış görüşmelerini ve hükümeti koşulsuz şartsız destekleyen bir gazeteci olarak bir başka tehlikenin bu süreçte belirdiğini söylemek zorundayım. Gezi eylemleri sırasında Abdullah Öcalan'ın kardeşi ile yaptığı bir görüşme sonrasında bu duruma dikkat çekti ama onca gürültü sonrasında arada kaynayıp gitti.Bugün PKK ile yürütülen barış sürecinde Kürt tarafı neredeyse bir devlet disiplininde, gönülsüz de olsa tek bir itiraz olmadan üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Gelin görün ki hükümet cephesinde beklenen adımlarda aksaklık var. Dün BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş benzer bir soruyu Başbakan Erdoğan'a soruyor, Öcalan'la müzakere yapıyorsun, sonra çıkıp televizyonlarda teröristbaşı diyorsun, bu iş nasıl olacak? diyordu.
Hadi diyelim meydanlarda böyle ama süreç perde arkasından yürüyordur, bizim de haberimiz yoktur. Gelin görün ki Selahattin Demirtaş'ın dün dikkat çektiği şu satırlara bakarsak böyle de değil. Hatta süreç durma noktasına gelmek üzere: Hükümet süreci tıkamayla karşı karşıyadır. Haftalardır bunu anlatmaya çalışıyorum. Tabanımızın sürece güveni azalıyor. Cezaevinde partililer bırakılmazsa, demokratik adımlar yoksa biz de yokuz. KCK ana davası turnusol kâğıdı oldu. Demokrasiye nefes aldırmayan yaklaşımla yol yürünmez.
Farklı bir-iki gözlemim daha var ancak içinizi karartmak ve sizi umutsuzluğa sürüklemek istemiyorum.
Türkiye'de iyi şeyler oluyor ve bunları görmeliyiz diyerek yazan çizen, gerektiğinde hükümeti övmekten korkmayan, çekinmeyen bir gazeteciyim ama şunu söylemeliyim ki bu inatlaşma, sertlik ve boşvermişlik Türkiye'yi tahminlerden çok daha zor bir noktaya sürükleyebilir.
O zaman soralım: Ne uğruna?
Cüneyt Özdemir