Tam hangi yıldı hatırlamıyorum ama sadece birkaç yıl önceydi. Son yıllardaki tüm dinî bayramlarda olduğu gibi, o yıldaki Kurban Bayramı'nın arkasındaki ve önündeki hafta sonu bayrama eklenmiş, ortaya upuzun bir tatil çıkmıştı.
Şimdiki gibi.
Mehmet, bana, Bayramda buradaysanız, birlikte olalım. İstanbul'da Çetin Altan ile birlikte her günü dolduracağımız bir Bayram programı yapmak, göreceksiniz çok keyifli olacak. Biz hep öyle yapıyoruz demişti.
Çetin Abi'li, Ahmet'li ve Mehmet'li, beşli bir bayram serüvenini hızla zihnimden geçirirken bile keyfine varmıştım, Yapalım mutlaka. Söz dedim
O bayramı atlamıştık. Ama bir bayramı mutlaka öyle geçirecektik. Bunu tasarlamaya devam ettim.
Sözümü unutmadım ama bir türlü uygulamaya da geçiremedim. Nedense, Çetin Abi'nin hiç ölmeyeceği gibi bir bilinçaltı oluşmuştu bende. Altan'lar ile İstanbul'da bir Bayram nasılsa bir gün nasip olacaktı sanki
Olmadı.
Geçen yıl aşağı yukarı bu zamanlarda, cami avlusunda Çetin Altan'ın tabutu az ötemizde, başsağlığı dilemek için Ahmet Altan'a sarılırken, kulağına eğilip Çetin Abi'nin öldüğünü duyduğum vakit, artık bir gün hepimizin öleceğine gerçekten inandım dememin sebebi de oydu.
İçimde bir ukde Mehmet'e sarılırken de, aynı sözü söyledim.
O sırada, Çetin Abi'yle çok farklı siyasi-ideolojik evrenlerde dolaşmış bir dostumdan mesaj geldi. Çetin Altan için Medeniyetimiz var ise, kayıp medeniyetimizin kaybıdır diye yazmıştı. Aynı mesajı, benden telefon numarasını istediği Mehmet'e de iletti.
Mezarlıkta az kalmıştık. Çetin Abi'yle vedalaşmadan önce arkasından Ahmet ve Mehmet'le birlikte yürürken, aradan bir yıl geçmeden ilk Kurban Bayramı'nda iki oğlunu zulme kurban vereceğini aklımın ucundan geçirmiyordum.
Daha 1 Kasım olmamıştı. 15 Temmuz çok uzaklardaydı.
Hiç kimsenin subliminal darbe mesajı vermesinin mümkün olmayacağı bir zamandı. Gerçi Çetin Altan, 24 Haziran'da veda niteliğindeki yazısında Artık anlaşılıyor ki, ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan... diye yazmıştı ama topu topu bir yıl kadar sonra, iki oğlunun birden, bir uzun bayram tatilinin başlangıç saatlerinde subliminal darbe mesajından gözaltına alınacağını, mümkün değil, aklına getiremezdi.
Şimdi düşünüyorum da, kayıp medeniyetimizin kaybı aslında vakitli ölmüş bile denebilir. Demokrasiyi görmeden bu dünyadan ayrılacağını anlamış olan Çetin Altan, hiç değilse, Ahmet Altan ile Mehmet Altan'ın subliminal darbe mesajı ile gözaltına alınmış olduğu kepazeliğini görmemiş oldu.
Yoksa, görmüş müydü?
Ne de olsa, Çetin Altan, Büyük Gözaltı adlı o ölümsüz romanın yazarıdır.
Büyük Gözaltı yayımlandığında ve Orhan Kemal ödülünü kazandığında, Ahmet 23, Mehmet 20 yaşındaydı. Daha birer delikanlı iken, Büyük Gözaltının ne olduğunu görmüş, babaları daha onu kaleme almadan yaşamışlardı.
Onlar Büyük Gözaltı'nın Çocuklarıdır. O bakımdan, besbelli intikamcı bir zalimliğin bir ürünü olarak, uzun bayram tatilinin başlangıç saatlerinde ipe sapa gelmez bir gerekçeyle içeri atılmaları onlara vız gelir tırıs gider.
Ve, tam bu satırları yazdığım anda öğreniyorum ki, öyle olmuş; Ahmet ve Mehmet, gözaltına alınma gerekçelerini ti'ye almışlar, Türkiye'deki adaletsizlik, hukuksuzluk ve zulüm düzenini sergileyen satırlarını İstanbul Emniyeti'nin dışına çıkarmışlar bile.
Ahmet, Cumhurbaşkanı'nın, Başbakan'ın, Genelkurmay Başkanı'nın, MİT Müsteşarı'nın bile bilmediği darbeyi Mehmet Altan'la benim bildiğimi iddia edebilmek için, 'insan bilincinin algılamadığı, ancak bilinçaltına işleyen' mesajları vermek türünden saçmalıklara sığınmaktan başka çareleri yok.
Bu suçlamanın tarihe geçeceği kesin. Ancak hukuk tarihine mi mizah tarihine mi, onu bilmek zor. Neden böyle bir hukuk ucubesiyle karşı karşıyayız? diye sormuş, sanırım bunun iki nedeni var diye yazmış ve ilk nedeni şöyle açıklamış:
''Biz her türlü eleştiriyi her türlü manasızlıkla sustururuz'' gösterisiyle ortalığa dehşet salmak.
Mehmet'in İstanbul Emniyeti'nden dışarı çıkardığı not ise, kişiliğinin simgesel bir özeti gibi:
Çok genç 'kahraman' savcının iddia ettiği gibi 'subliminal', yani bilinç altına mesaj iletmek gibi insanüstü bir gücüm olsaydı hiç kuşkusuz ve acilen bunu bugünkü Türkiye'nin 'demokrasi ve hukuk devleti' olması yönünde kullanırdım.
Bu sayede, içine birçok insan gibi bizim de katıldığımız bu hukuk ve akıl dışı durumlarla, Türkiye bu ürkütücü çıkmaza biraz daha savrulmuş olmazdı.
Ahmet Altan ve Mehmet Altan zekâsındaki, kültüründeki, bilgisindeki ve en önemlisi dimdik duruşlarıyla Türkiye'nin son on yıllarına güçlü bir damga vurmuş iki kişinin mahkeme önüne çıkarıldığını düşünebiliyor musunuz?
Onları uzun bir bayram tatilinin başlangıç saatlerinde Bir Avuç Gökyüzüne mahrum bırakan zulüm makinasının tüm dişlilerini bütün dünyanın önünde darmadağın ederler.
Ahmet Altan ve Mehmet Altan ile, hukuk ve demokrasi ölçüleri içinde baş edemezsiniz. Ancak zulmedebilirsiniz. Ama sindiremezsiniz. Susturmaya kalksanız, dünya ayağa kalkar.
Öyle de oldu zaten.
15 Temmuz'dan bu yana Türkiye ile ilgili olarak hiç ayağa kalkmadığı kadar kalktı ayağa dünya. Öyle cumhurbaşkanları, başbakanlar filan değil; dünyanın her yanından on milyonlarca, yüz milyonlarca okuru peşlerinden sürükleyen, aralarında Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olan büyük romancılar, büyük düşünce ve sanat insanları ayağa kalktılar.
JM Coetzee'den Orhan Pamuk'a, Margaret Atwood'dan Daron Acemoğlu'na, Elena Ferrante'den Emma Thompson'a, Immanuel Wallerstein'dan Breyten Breytenbach'a, Etienne Balibar'dan Noam Chomsky'ye, Salman Rushdie'den Hanif Kureishi'ye, Neel Mukherjee'ye, Günter Wallraff''tan Mark Lilla'ya, Nick Cave'denJohn Berger'e uzanan bir insan topluluğunu biraraya getirebilmek için, Türkiye'de Ahmet Altan ve Mehmet Altan'a zulmedilmesi gerekiyormuş meğerse.
Her biri kendi alanında zirveye çıkmış 217 uluslararası şahsiyet yayınladıkları bildiride, Aslı Erdoğan'ın, Şahin Alpay'ın, Nazlı Ilıcak'ın ve diğer aydın ve gazetecilerin maruz kaldıkları adaletsizliği dile getirmeyi de ihmal etmediler.
Mehmet, dünyalı kavramını çok sever, çok kullanır. Temel ölçüsünün doğrulandığını öğrenince, çok mutlu olacaktır.
Kendisi ve ağabeyine yönelen zulme ve adaletsizliğe karşı, ülkemizdeki utanç verici suskunluk ve sessizlik karşısında dünyanın büyük gürültüyle ayak kalkmış olması, bugüne kadar Türkiye'de verilmiş olan hukuk ve demokrasi mücadelesi bakımından ulaşılmış en anlamlı düzeyi ifade ediyor.
The Independent'te, Batılı liderler bizi hayal kırıklığına uğratırken, büyük uluslararası beyinlerin harekete geçmelerine ihtiyacımız var. Onların berrak vizyonunun on milyonlarca izleyicisi bulunuyor diye başlayan yazıda tam da varılan bu nokta anlatılıyor.
Bu yazarların bütün dünyada muazzam okur kitlesi var. Sözcükleri onlarca dile çevriliyor İşte bu en parlak beyinlerin zulme karşı bizim adımıza harekete geçtiklerini görüyoruz
Jean Paul Sartre ile Albert Camus muhalefetlerini dile getirmek için denemeler, romanlar, gazete yazıları yazdılar, üniversite sınıflarını kullandılar. Bugünün entelektüelleri bütün bunların yanı sıra (sosyal medyada) mesajlarını kendileri için yayacak milyonlarca okura sahipler.
Evet, dünya Ahmet Altan ile Mehmet Altan ve dört duvar arasındaki aydınlarımız ve gazetecilerimiz için ayakta.
Ama ülkemiz suskun.
Ahmet ve Mehmet, ülkenin bu halini iyi bilirler. Büyük Gözaltı yayımlandığı vakit, tanıtımında şöyle yazıyordu:
12 Mart sonrasında yayımlanan ilk 12 Mart romanı olma özelliği taşıyan Büyük Gözaltı, toplumdaki sindirilmişlik ve korkuyu derinlemesine işlemektedir.
Onlar ne oldularsa bu bilgiyle oldular ve bu ülkede sıradanlığa, boyun eğmişliğe baş kaldırdılar.
Yerel cüceler, sıfatları ne kadar cafcaflı olursa olsun, nasıl büyük bir belâya çattıklarının farkında değiller.
Bir uzun bayram tatilinde, Çetin Altan'ın çocuklarını Bir Avuç Gökyüzünden mahrum bırakmak ne demektir!
Hrant'ın - Ahmet'ten dört, Mehmet'den bir yaş küçüktü- 62. doğum gününde, yakın arkadaşı Mehmet Altan'ı ve Uluslararası Hrant Dink Ödülü sahibi Ahmet Altan'ı gözaltında tutmak nedir?
Dünya ayağa kalkmışken, onları sindirebilmek mümkün müdür?
Onlar sinmezler ki...
Onlar Büyük Gözaltı çocuklarıdır!