Yağmurlu, karanlık kasvetli bir gece.
Kapı çalınıyor.
Çelik yelekli, elleri silahlı polisler.
Hakkınızda gözaltı kararı var.
Neden?..
Komünistlikten...
Komünistlik mi kaldı oğlum diye mırıldanıyorum.
Kulağıma eğiliyor:
Arka kapıdan kaç abi, kaç!
Haydaa, Tayyip Erdoğan'ın kafası da karanlıkta bir an gözüküp kayboluyor.
Fırlıyorum arka kapıdan...
İstiklal Caddesi'nde kan ter içinde bir koşturmaca başlıyor.
Arkamdan Kaçma teslim ol! bağırışları, düdük sesleri...
Beyoğlu'nun karanlık ıslak sokaklarına dalıyorum, Ece'nin önünden geçiyorum.
Ayağım takılıyor, yere kapaklanıyorum.
Düdük sesleri yaklaşıyor.
Kan ter içinde uyanıyorum.
Ulan Hasan Cemal diyorum kendi kendime, Yetmiş yaşını devirdin, hâlâ şu gördüğün rüyalara bak, ne biçim bir memleket burası...
Ama o arada şükrediyorum hâlime.
Ya sevgili Ahmet'le Mehmet gibi olsaydım, bilinçaltımda darbe fikirleri dolaşsaydı.
Uyanık bir savcı, beni de 'subliminal darbe'den içeri atsaydı.
Kim bilir, görmüş olduğum kâbus belki de bunun ilk işaretidir.
Artık öyle bir memleket ki burası, zihinlere de kayyım atıyorlar, nasıl düşünmemiz gerektiğine de karar veriyorlar.
Kafamızın içinden geçenleri, niyetleri okuyarak 'kötüleri' hapse atıyorlar.
Düşüncelerimize zincir vurmak istiyorlar.
Sevgili Orhan Pamuk haklı:
Türkiye hızla bir korku devleti oluyor, demokrasiden uzaklaşıyor.
Umutsuzluk mu?
Umutsuz yaşanmaz ki!
Farkındayım.
Dün fena hâlde uzadı, uzuyor.
Yarın ise iyice kısalmış durumda...
Ve beklediğimiz yarınlar bir türlü gelmiyor, galiba gelmeyecek de...
Aslı Erdoğan'ın deyişiyle:
Yorgun düştü sözcükler de...
Yıllar boyu yaz yaz...
Yetmişinden sonra kâbus gör, gece yarısı Beyoğlu'nun arka sokaklarında polisten kaçarken...
Skyros adasının tepelerinde uzak bir köy.
Harikulade bir manzara.
Servi ağaçlarının aralarından Ege'nin mavilikleri gözüküyor.
Sabah erken, kimsecikler yok.
Bir evin önündeki banka oturdum, kendi başıma, yapayalnız.
İncir ağacını sarmış yaseminlerden gelen kokular iç bayıltıcı.
Daracık, taştan bir sokak.
Bembeyaz evler, masmavi pencereler...
Arada bir uzaktan horoz sesi geliyor.
Bir evin önünde, bembeyaz saçlı, simsiyah elbiseli bir nine...
Bir başka dünyada.
Mutlu bir yüz ifadesi var.
Tığla dantel işliyor.
Anneme benzetiyorum.
Yine o sorular aklıma takılıyor.
Aynı çatı altında barış içinde bir arada yaşayabilecek miyiz, birbirimizin 'hayat tarzları'na saygı ve tahammül göstererek?..
Yoksa artık bu memlekette sadece 'alnı secdeye değenler'e mi yer olacak?
Bu iki soru özellikle 15 Temmuz'dan beri kafamı burgaç gibi fena hâlde oymakta...
Geçenlerde, Financial Times gazetesinde ilginç bir makale okudum.
Bundan elli yıl sonra, 2066'da tarihçiler bir sınav yapar.
Avrupa'yla ilgili sınav kâğıdındaki yedi sorudan yedincisinde Türkiye vardır:
Türkiye, Atatürk'ün mirasına neden sırtını döndü? Bir saat içinde 600-700 sözcükle yanıtlayın. (Gideon Rachman, Financial Times, 6 Eylül 2016, s. 11)
Canımı sıkan bir soru...
Begonvillerle kaplı taş sokaktan, dantelini ören beyaz saçlı ninenin önünden denize doğru yürüyorum, Akdeniz'in ölümsüz ağacı servilerin arasından
Evet öyle, dün hızla uzuyor, yarın gittikçe kısalıyor ve beklediğimiz yarınlar bir türlü gelmek bilmiyor, belki de dünde kalıyor o yarınlar...
Yoksa havlu mu atıyorsun HC?
Zinhar!
Beklediğim yarınlar hiç gelmese de, bir başka diyara göç edinceye kadar barış, demokrasi ve özgürlük için mücadele edeceğim.
Havlu atmak yok!