SON DAKİKA

ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİNE DAİR

. 15 Mayıs, 2024 07:29 Güncelleme: 15 Mayıs, 2024 07:35 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİNE DAİR

Prof. Dr. Fahri Bakırcı

TOB Üniversitesi Öğretim Üyesi 

1971 Muhtırası’ndan sonra askerler sahnenin tepesine oturmuş ve otoriter eğilimli bir siyasal iktidarın otoriter eğilimlerini anayasaya yansıtmasına olanak tanımak için baskı öğesini tepede görünür kılmışlardır.

Önceki yazıda 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım süreci incelenmiş ve Anayasaların özgürlükçü ya da otoriter eğilimlerinin anayasa yapım sürecinin sonucu olduğunu ileri sürülmüştü. Bu yazıda 1971 ve 1973 değişiklikleri aynı yöntemle incelenmektedir.

“12 Mart rejimi”, 12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanı dört generalin gerçekleştirdikleri muhtıra darbesi ile başlayıp, Nisan 1973’te darbecilerin Orgeneral Faruk Gürler’in cumhurbaşkanlığı seçiminde saf dışı bırakılması ile sona eren dönemi ifade etmek için kullanılmaktadır.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu’nun imzasını taşıyan Muhtıra, 12 Mart 1971 günü saat 13.00’te TRT radyolarından okunan bildiriyle ilan edildi.

12 Mart Muhtırası’nın genel olarak “1961 Anayasası’nın rövanşı” ve “1982 Anayasası’nın provası” olduğu söylenebilir. Ordu Muhtıra’dan sonra köşesine çekilmemiş ve tam tersine etkisini aşamalı olarak artırmıştır.

12 MART, 161 ANAYASASI’NIN RÖVANŞI VE 1982 ANAYASASI’NIN PROVASI

12 Mart Muhtırası’nın genel olarak “1961 Anayasası’nın rövanşı” ve “1982 Anayasası’nın provası” olduğu söylenebilir.

Bu dönemi doğru değerlendirebilmek için iki saptama ışığında okuma yapılması gerekir:

Bu dönemde yönetime müdahale etmek isteyen iki farklı yaklaşım bulunmaktadır ve sağ eğilim, sol eğilim karşısında başarılı olmuştur; muhtıra dönemi sağ ideolojiye sahip siyasal partiler ile asker uzlaşısına dayalı olarak yürütülmüştür.

Ordu Muhtıra’dan sonra köşesine çekilmemiş ve tam tersine etkisini aşamalı olarak artırmıştır.

Bir: 9 Mart Darbe Girişimi

Bu dönemde önce 9 Martçılar olarak bilinen sol eğilimli bir grubun darbe girişimi engellenmiştir.

Ordu içinde, hükümeti devirmek ve Türkiye’yi “millî devrimci gelişme stratejisi” denilen modele doğru götürmek amacıyla daha 1965’lerden itibaren yeni cunta girişimleri ortaya çıkmıştı. 1960 Darbesi’nin öne çıkan isimlerinden Korgeneral Cemal Madanoğlu önderliğindeki “Madanoğlu Cuntası” ya da sol cunta sadece askerleri değil aynı zamanda sivil aydınları da kapsıyordu. Madanoğlu’nun liderliğini yaptığı hareketin arkasında fikri lider olarak Türkiye’de sosyalizmin parlamenter yollardan kurulmasının olanaksız olduğuna; yarım kalan Kemalist devrimleri tamamlamak için Milli Demokratik Devrim’in yapılması gerektiğine inanan Doğan Avcıoğlu ve Devrim dergisi etrafındaki bir grup aydın bulunmaktaydı. Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni adlı eserinde Türkiye’nin neden kapitalist yoldan kalkınamayacağını ve Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık hedefine ulaşmak için kapitalist olmayan bir yola girmenin neden zorunlu olduğunu ayrıntılı biçimde açıklamaktaydı. Devrimdergisinde, egemen sınıfların iktidarını pekiştiren bir oyun olarak tanımlanan parlamenter rejim “cici demokrasi” olarak adlandırılmaktaydı. Askeri bir darbenin devrime dönüşmesi için atılması gereken somut adımlar vardı. Grup, 9 Mart 1970’te bir darbe planladığından “9 Martçılar” adıyla adlandırılmıştı. Ancak 9 Mart Darbesi gerçekleşemedi, çünkü Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), cuntacıları başından beri takip etmişti. Takip edildiklerini öğrenen grup bir lider aramaya başladı. Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un liderlik yapması isteniyordu. Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanının da devreye girmesiyle Gürler ve Batur görevi kabul etmeyince darbe yapılamadı. Böylece yarım kalan Kemalist devrimi Milli Demokratik Devrimle tamamlamak mümkün olmadı.

9 Martçılar başarılı olsaydı sonucunu bugün için öngörmek mümkün değil.

Ancak 9 Martçılar başarısız oldu ve bu başarısızlığın çeşitli sonuçları oldu.

12 Mart Muhtıra komutanları ilk olarak ordu içinde “sol” darbe teşebbüsünde bulunanları tasfiye etti. 

10 Mart Genişletilmiş Komuta Konseyi ve 11 Mart Kuvvet Komutanları toplantılarında (1) Hükümetin istifa ettirilmesi, (2) Partilerin ve parlamentonun açık kalması, (3) Teknokratlardan oluşan partiler-üstü bir hükümetin kurulması (4) Sıkıyönetimin ilanı (5) Orduda sol cuntaya katılanların tasfiye edilmesi yönünde bir eylem planı belirlendi.

Önemli görevlerdeki 5 general, 1 amiral ve 35 albay silahlı kuvvetlerden hemen çıkarıldı ve böylece Türkiye, sol eğilimli bir askerî yönetimin eşiğinden döndürüldü. Bu dönemde, daha sonra, sol cuntayla ilişkili olduğu iddia edilen 56 general ve 550 subay ordudan emekli edildi.

Sol eğilimli grubun tasfiyesi bundan sonrasının sağ eğilimli grup tarafından yönetileceğinin habercisidir.

12 Mart Muhtırası sol eğilimli askerler tarafından değil ama onlara karşı yapıldı. Bu gelişme bundan sonrasının yönünü de belirleyecektir: Muhtıra sağ görüşlü siyasal iktidarlarla işbirliği içinde yürütüldü. Muhtıra sol grupların tasfiyesiyle ve sağ ideolojiye mensup grupların giderek güçlenmesiyle yön belirledi.

12 MART MUHTIRASI SOL EĞİLİMLİ ASKERLERE KARŞI YAPILDI

Dolayısıyla şu söylenebilir: 12 Mart Muhtırası sol eğilimli askerler tarafından değil ama onlara karşı yapıldı.

Bu gelişme bundan sonrasının yönünü de belirleyecektir: Muhtıra sağ görüşlü siyasal iktidarlarla işbirliği içinde yürütüldü. Muhtıra sol grupların tasfiyesiyle ve sağ ideolojiye mensup grupların giderek güçlenmesiyle yön belirledi.

Muhtıra verildiğinde Demirel’in iktidarda olduğuna ve istifa etmek zorunda kalmasına bakarak, ilk bakışta en büyük zararı AP’nin gördüğü yanılgısına düşülebilir. Çok sayıda radikal aydın da Muhtırayı “Türk Ordusunun devrimci ve ilerici geleneğinin yeni bir örneği” zannetti.

Ancak çok geçmeden gerçek durum anlaşıldı. Demirel hükümeti Muhtıradan sonra, eleştirisini de kayıt altına alarak istifa etmiş olmasına rağmen AP’nin parlamentodaki çoğunluğu ile muhtıracılar arasında kısa zaman içinde bir uzlaşma gerçekleşti.

Muhtıracılar tarafından kurdurulan hükümetler, aslında AP’nin 1961 Anayasası’nda yapmak istediği özgürlükleri kısıtlamaya yönelik değişiklikleri gerçekleştirdiler.

1971 ve 1973 Anayasa değişikliklerinin otoriter eğilimli olması, Muhtırayı verdikten sonra sivil siyasal iktidarları çok yakından takip eden ve politikaların belirlenmesinde doğrudan rol oynayan otoriter eğilimli generallerden kaynaklanmıştır.

İki: 15 16 Haziran Olayları dönemin özüdür.

Çoğunluğu TİP’li olan sendikacılar tarafından 13 Şubat 1967’ de kurulan DİSK, çalışanların çıkarlarını temsil edemediği düşünülen Türk-İş’e alternatif olma amacını taşımaktaydı. Konfederasyon işçilerin mücadelelerini başarılı biçimde örgütleyip birleştirebildiğinden hızla güçlendi ve yaygınlaştı. İşçi hareketini örgütleme konusunda gösterdiği başarıdan dolayı DİSK, 1970 yılına gelindiğinde AP Hükümetinin önemli bir hedefi haline geldi.

11 Mayıs 1970’te Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’nda AP’li Çalışma Bakanı Turgut Toker’in “Sendikalar Kanun Tasarısının yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’de Türk-İş’ten başka işçi konfederasyonu kalmayacak” biçimindeki sözleri, iktidarın himayesindeki Türk-İş delegeleri tarafından çılgınca alkışlanırken, DİSK’e bağlı sendikalar tasarının kendilerini tasfiye etmek için hazırlandığını anladılar.

TİP İstanbul Milletvekili ve DİSK Genel Başkan Vekili Rıza Kuas Tasarının üzerinde söylemekteydi:

“Sendika özgürlüğünü yok eden tasarılarla demokrasiye aykırı bir yönetim, bir TÜRK- İŞ diktası getirilmek istenmektedir. Sendikaları denetleme,… TÜRK – İŞ e devretmektedir… TÜRK – İŞ Konfederasyonuna imtiyaz tanınmakta, iktidarla aynı politik ve sosyal görüşlerde olmayan, özgür düşünceyi savunan ve TÜRK – İŞ dışındaki diğer bütün sendikaları ortadan kaldırmak istemektedir…”

GP’li Turhan Feyzioğlu ve AP’li Hasan Türkay’ın fikirleri ise şöyle dile getiriliyordu:

“Türkiye’nin iktisadi varlığını fabrika işgalleriyle tahrip edip, makina tahrip edip, yangın çıkarıp sabotaj yapıp, işçiye değil bir yabancı ideolojiye hizmet etmek için işçiyi alet diye kullanıp çalışanlara bu Meclis ve bu millet fırsat vermeyecektir…. Bu kürsüye gelip, hürriyetten bahsediyor. Hürriyeti boğmak için, hürriyeti basamak yaptırmıyacağız. Hürriyet, bu hürriyeti boğmak isteyenlerin vasıtası değildir.”

“«Devrimci işçiler…» Benim bildiğim devrimci işçiler değil, benim bildiğim, milliyetçi işçilerdir. Rıza Kuas’ın bugün mensubu olduğu sendikanın üyesinin % 90’ı milliyetçi işçilerdir, devrimci işçiler değildir. Onun için ben, vatanperver, milliyetçi Türk işçisine bu devrimci kelimesini yakıştıran arkadaşıma teessüflerimi sunarım… Türk işçisinin mutlak çoğunluğu Türk – İş’in yanındadır, görüşü budur, kararı budur.”

Bu sözler 12 Mart Muhtırası’nı verenlerin zihin dünyasını da yansıtıyordu.

Bu zihin dünyası AP’nin zihin dünyasıydı ve asker baskı uygulayarak bu zihin dünyasını destekledi.

Muhtırayla istifa ettirilen AP ile ordu arasında kısa zamanda uzlaşmaya varılmasının nedeni budur.

Tasarının Millet Meclisi Genel Kurulu’nda kabul edildiği 12 Haziran 1970 tarihinden sonra olaylar başladı. İlk kıvılcım Otosan Fabrikası’nda işbaşı yapmayan 2 bin 700 işçi fabrikadan çıkarak ellerindeki “Savaş Başladı! Bütün Kininiz işçilere mi?”, “Yaşasın İşçi Sınıfı! Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Bir Şeyimiz Yok!”, “AP iktidarı Bizim İktidarımız Değildir!” yazılı pankartlarla birlikte yürüyüşe başladı.

1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükleri kısmaya yönelik Tasarıya karşı gelişen bu birleşik işçi sınıfı hareketi, hükümet tarafından “ayaklanma” olarak tanımlandı ve sıkıyönetim kararı alındı.

12 Mart Muhtırasının mimarlarından birisi olan Memduh Tağmaç bu olaylar üzerine yaptığı Muhtıra’nın habercisi olan değerlendirmede şunları söylemektedir: “Ekonomik gelişmenin çok ilerisine geçen sosyal hak arama cereyanları karşısında milli nizamın demokratik usûllerle sağlanması için üzerimize düşenleri yapacağız.”

TAĞMAÇ: EKONOMİK GELİŞMENİN ÇOK İLERİSİNE GEÇEN SOSYAL HAK ARAMA CEREYANLARI…

12 Mart Muhtırasının mimarlarından birisi olan Memduh Tağmaç bu olaylar üzerine yaptığı Muhtıra’nın habercisi olan değerlendirmede şunları söylemektedir:

“Ekonomik gelişmenin çok ilerisine geçen sosyal hak arama cereyanları karşısında milli nizamın demokratik usûllerle sağlanması için üzerimize düşenleri yapacağız. Başlıca meşguliyeti olan düşüncenin hareketini takip etme işlevi dolayısıyla eleştirilebilecek her şeyi eleştirme geleneği üniversitede vücut bulur ve üniversiteyi durdurmaksızın eleştirinin yaygınlaşmasına engel olamazsınız. Üniversiteleri zapturapt altına almak her dönemin öncelikli meselesi oldu.”

Tağmaç’ın bu sözleri, daha sonraki yıllarda, son derece isabetli biçimde 12 Mart Muhtırası’nın ruhunu yansıtan “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” biçimine dönüştürülmüştür.

Bu klişe aslında 12 Mart’a ve 12 Eylül’e giden yolun özetini vermektedir. 

Nitekim Muhtıra sonrasında Başbakanlık görevini üstlenen Nihat Erim de istenen Anayasa değişikliklerini gerçekleştirmeye çalışırken yabancı basın temsilcileriyle yaptığı toplantıda 1961 Anayasası’nın Türk toplumu için “lüks” olduğunu söylüyordu. 

Öte yandan AP lideri Demirel Anayasa’da muhtıracılar tarafından 1961 Anayasasında özgürlükleri kısmaya yönelik değişiklikleri bile yeterli görmüyor ve “bu Anayasa ile devlet yönetmenin mümkün olmadığını, hükümete daha geniş olanaklar tanınması gerektiğini” ifade ediyordu.

Demirel ve partisi AP 12 Mart Muhtırası sayesinde yıllardır karşısında yer aldıkları 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükleri kısıtlama olanağına kavuşuyorlardı.

DEMİREL VE PARTİSİ, MUHTIRA SAYESİNDE, ÖZGÜRLÜKLERİ KISITLAMA OLANAĞINA KAVUŞTU

Özet şudur: Demirel ve partisi AP 12 Mart Muhtırası sayesinde yıllardır karşısında yer aldıkları 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükleri kısıtlama olanağına kavuşuyorlardı.

Üç: 12 Mart Muhtırası’nın özündeki reformculuk

Muhtıra’nın doğrudan nedeni dört ABD’li erin silahlı beş kişi tarafından kaçırılmalarıydı.

Amerikalı’lar 8 Mart’ta serbest bırakıldı, 9 Mart’ta sol bir darbe girişimi önlendi ve 12 Mart’ta aşağıdaki Muhtıra yayınlandı:

“Parlamento ve Hükûmet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, ATATÜRK’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silâhlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir Hükûmetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almağa kararlıdır.”

Muhtıra’nın, aslında doğasından kaynaklanan dikkat çekici özelliği mevcut parlamentoya ve üyelerine doğrudan dokunmamış olmasıydı. Her ne kadar “süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sok“an” Parlamento ve Hükümet” olarak görülmüşse de parlamentonun feshi istenmemiş ve mevcut Demirel hükümetinin istifa ettirilmesinden sonra yerine “…partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir Hükûmet…” kurulması istenmişti. 

Ordu, istekleri yerine getirilmediği takdirde doğrudan müdahale seçeneğini kullanma tehdidinde bulunmaktaydı.

Ancak şuna da dikkat edilmelidir ki Muhtıra’da bir anayasa değişikliğinden değil, tam tersine mevcut Anayasa’nın uygulanmasından söz edilmektedir. Parlamento ve hükümet “Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş” olmakla suçlanıyor ve “Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir Hükûmet” isteniyordu.

Bir başka anlatımla başta anayasanın değiştirilmesinden değil uygulanması gerektiğinden söz ediliyordu.

Hem parlamentonun dağıtılmamış olması, hem de Anayasa’nın değiştirilmesi yerine uygulanmasını sağlayacak reformların istenmesi demokrasi ve hukuk devletinin korunmak istendiği algısı yaratabilir.

Ancak zaman geçtikçe parlamento dağıtılmasa da vesayet altına alındığı ve Anayasa’nın da radikal biçimde değiştirildiği görüldü.

Dolayısıyla Muhtıra asıl etkisini aşamalı olarak gösterdi ve otoriter rengi her geçen gün daha görünür hale geldi.

Dört: Partilerüstü teknokrat hükümetten “Balyoz Planı”na doğru

Partilerüstü bir hükümet kurmakla görevlendirilen Erim partisinden istifa etti ve 26 Mart 1971’de 5 AP’li ve 3 CHP’li 1 MGP’li MM ve Cumhuriyet Senatosu üyesi ile 1 Tabii Senatör olmak üzere 24 üyeli bir Bakanlar Kurulu listesi oluşturdu. 

Erim ilk başta son derece demokratik bir tavır sergiliyordu:

“Hükümete iştirak eden partilerle istişare etmeden Meclisin önüne çıplak çıkmayacağız. Önden hazırlanacağız, mümkün olan yerde konsansüsü, el birliğini, işbirliğini temin edeceğiz. Çünkü, memleket bugün o ortamdadır ki, eğer bizler anlaşabilirsek rejim kurtulur, bizler anlaşamazsak istikbâl karanlık olur.”

Hemen belirtmek gerekir ki bu “demokratik tavır” gerçekleştirilemeyen bir temenniden ibaret kaldı.

Bu yumuşak başlangıca rağmen “ordunun belirleyiciliği” ve “baskı” ön planda oldu; ülke iki aylık sürelerle uzatılan “sıkıyönetim”lerle yönetildi.

Zaman içinde ordu, sivil siyaset üzerinde belirleyici hale geldi ve olaylar etki-tepki ilkesi çerçevesinde giderek tırmandı. Olayların artması baskının dozunu ve ordunun belirleyiciliğini artırdı ve bu biçimde işleyen bir kısır döngü oluştu.

Erim, hükümet programını sunarken yaptığı konuşmadan kısa bir süre sonra 23 Nisan’da Ulusal Egemenlik Bayramı dolayısıyla yaptığı konuşmada sertleşeceğinin işaretlerini şu sözlerle vermekteydi: 

“Türkiye parçalansın diye gayret sarf edenlere karşı almayacağımız tedbir yoktur. Tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir.”

Adalet Bakanı İsmail Arar daha reformlara başlanmaksızın rotanın değişmiş olduğunu ve Anayasa’nın değiştirilmesinin öncelik haline geldiğini şu sözlerle açıklamaktaydı:

“…reform hükümeti olarak öncelikle sosyal adaleti sağlamak üzere reformlara yönelmemize rağmen, icraatlarımızı 5-6 ay bile beklenmeden, bazı örgüt ve kişilerin eylemlerini sürdürmesi asayişsizlik konusuna öncelik vermemize, reformlardan önce ele almamıza sebep olmuştur…Bu durumda hükümet olarak anayasa değişikliğini zorunlu görüyoruz…”

Bu konuşma Erim’in sözleriyle birleştirilince reformlardan vazgeçildiği ve “asayişsizliğin önlenmesi”ne öncelik verildiği, sıkıyönetim uygulamasına geçildiği ve bu bağlamda Anayasa’nın uygulanması yerine değiştirilmesinin öncelikli gündem maddesi haline geldiği anlaşılmaktadır.

Göreve başlarken Anayasada değişiklik yapma yerine mevcut anayasa çerçevesi içerisinde sorunların üstesinden gelineceğini ifade eden ve sıkıyönetime başvurmayacaklarını açıklayan Erim bir aydan bile kısa bir süre içinde mevcut anayasa ve kanunlarla olayların önüne geçmenin mümkün olmadığı ve sıkıyönetim ilan etme noktasına geldi. 

Erim’in gerek anayasa değişikliği gerekse sıkıyönetim ilanı konusunda askerlerden gelen baskıları gerekçe gösterdiği ileri sürülmektedir.

12 Mart Muhtırası döneminde ordu yönetime doğrudan el koymamışsa da sivil siyasetçiler üzerinde kurduğu baskıyla yönetimi eline almıştır. Bu yönüyle muhtıra, darbeden daha ağır ve kalıcı sonuçlar doğurmuştur.

MUHTIRA, DARBEDEN DAHA AĞIR VE KALICI SONUÇLAR DOĞURMUŞTUR

Bu gelişme göstermektedir ki 12 Mart Muhtırası döneminde ordu yönetime doğrudan el koymamışsa da sivil siyasetçiler üzerinde kurduğu baskıyla yönetimi eline almıştır. Bu yönüyle muhtıra, darbeden daha ağır ve kalıcı sonuçlar doğurmuştur.

Davul sivillerin boynuna asılmış ancak tokmak askerlerin elinde olmuştur.

Teknokrat “beyin takımı” bu açıklamalardan 3 gün sonra 26 Nisan’da “İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Zonguldak, izmir, Eskişehir, Ankara, Adana, Hatay, Diyarbakır ve Siirt illerinde” “Memleketimizde uzun süreden beri gözlemlenen çıkarcı çevrelerin tutumu ile anarşik nitelikteki eylem ve davranışların sadece kamu düzeni ve güvenliğini bozucu amaçlara yönelmiş olmayıp aslında ideolojik maksatlarla Devletin temel nizamına, yurt bütünlüğüne, vatan ve lâik Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma mahiyeti aldığını gösterir kesin belirtilerin meydana çıkması nedeniyle” sıkıyönetim ilan etti.

Beş: 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu ve Muhtıra’nın gerçek kıvamını alması

Bu gelişmelerin hemen ardından sıkıyönetime ilişkin mevcut mevzuatla olayların üstesinden gelinemeyeceği gerekçe gösterilerek 3832 sayılı Örfi İdare Kanunu ile bu kanunu değiştiren 4106 ve 4219 sayılı kanunlar yürürlükten kaldırıldı ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu hızla kabul edildi:

Sıkıyönetim Kanunu, gözaltına alma süresini 30 güne çıkarmakta; basım evlerinin kapatılmasına ve her türlü yayına sansür getirilmesine olanak tanımaktaydı. Oysa 1961 Anayasası’nda “yakalanan veya tutuklanan kimse, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç, yirmi dört saat içinde hâkim önüne çıkarılır ve bu süre geçtikten sonra hâkim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun kılınamaz” (m. 30/4-1. cümle) biçimindeki hüküm nedeniyle gözaltı süresinin yirmidört saati geçmesi olanaksızdı. 1402 sayılı Kanun’da bu hükme açıkça aykırı biçimde gözaltı süresi 30 gün olarak belirlenmişti(m. 15/3). Bundan başka, Kanun, Anayasa’da “Tabiî yargı yolu” başlıklı 32. madde altında yer alan “Hiç kimse, tabiî hâkiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi tabiî hâkiminden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz” biçimindeki düzenlemeye aykırı hükümler içermekteydi.1402 sayılı Kanuna göre “Sıkıyönetim bölgelerinde… Millî Savunma Bakanlığınca lüzum görülen yerlerde yeteri kadar askerî mahkeme kurul(acak) ve… Sıkıyönetim askerî mahkemesi olarak adlandırı”lacaktı (m. 11). “Sıkıyönetim ilânına sebep olan suçları, Sıkıyönetim ilânından evvel işlemiş olanlarla, Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin el koyduğu herhangi bir suçla irtibatı bulunan suçları işleyenlerin davalarına, suç Sıkıyönetim Bölgesi dışında işlenmiş olsa dahi, Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde bakıl”acaktı (m. 13). Açıkça görüldüğü gibi sıkıyönetim ilanına neden olan suçlar, işlendiği zaman kurulmuş bulunan bir mahkemede değil, 1402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kurulan bir mahkemede yargılanacaktı. Ayrıca Sıkıyönetim mahkemesinde görülen davalarla ilgili görülen suçlar da bağlantıları nedeniyle bu Mahkemelerde yargılanacaktı. “Bağımsız mahkeme” ilkesine aykırı biçimde “… mahkemelere, Genelkurmay Başkanlığı Adlî Müşaviri, Millî Savunma Bakanlığı Askerî Adalet İşleri Başkanı ve Millî Savunma Bakanlığı Askerî Adalet Teftiş Kurulu Başkanından müteşekkil kurulca seçilen yeteri kadar adlî müşavir, askerî hâkim ve askerî savcı ile bunların yardımcıları usulüne göre atan”acaktı (m. 11). Doğal yargıç ilkesine aykırı olan bu düzenlemeler, hiç kuşkusuz doğal yargıç ilkesini içeren 1961 Anayasasına da aykırı idi. Nitekim bu durumun farkında olunduğundan “1402 sayılı yasanın Anayasaya uygun olarak değiştirilmesi yerine. Anayasanın 1402 sayılı yasaya uygunluğunu sağlamak yoluna gidildi” ve 1971 Anayasa değişikleri sırasında “Tabiî yargı yolu” ilkesi “Kanuni yargı yolu”na dönüştürüldü.

Anayasanın uygulanması gerektiğini savunan Muhtıra, şimdi tereddütsüz biçimde Anayasa’ya aykırı Kanun çıkarılmasına izin veren bir pratiği benimsiyordu.

Anayasa değişikliklerinin çoğu bu kanuni değişiklikleri kılıfına uydurmak için yapılacaktı.

Hukuk devletlerinde anayasaya aykırı kanunların iptal edilmesi gerekirken, otoriterleşen yönetim anayasayı kanunlara uygun hale getirmekteydi.

Altı: “Elrom Olayı” ve keskin dönüş

Sıkıyönetimin ilanından sonra yasal yollardan mücadele etme olanağını kaybeden örgütler içinde bulundukları sıkışmışlığın etkisiyle yasa dışı eylemlere başvurarak seslerini duyurma yoluna gitmeye başladı ve bu amaçla İsrail İstanbul Başkonsolosu Elrom THKP-C lideri Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırıldı. 

Elrom 22 Mayıs’ta Çayan tarafından öldürüldü; sığındıkları evde 14 yaşındaki bir kızı rehine alan Çayan 55 saat süren çatışmalar sonunda 1 Haziran’da yaralı olarak ele geçirildi; arkadaşı Hüseyin Cevahir öldürüldü

“Elrom olayı” 12 Mart döneminin keskin dönüş noktalarından biriydi ve şu sonuçları doğurdu:(1) Reforma verilen öncelikten asayişe verilen önceliğe geçiş, (2) “Anayasanın öngördüğü reformların yapılması” noktasından “anayasa değişikliği”ne geçiş.

Yedi: Özgürlükçü anayasadan otoriter anayasaya: 1971 ve 1973 değişiklikleri

Bu dönemde 1971 yılında iki ve 1973 yılında bir olmak üzere üç anayasa değişikliği yapıldı.

Haziran 1971 Anayasa değişiklikleri 12 Mart ile ilgili değildi.

1961 Anayasası’nı 1982’ye dönüştüren başlangıç adımları 1 Erim Hükümeti döneminde yapılan Eylül 1971 değişiklikleriydi ve toplam 44 maddeyi kapsıyordu.

AP Genel Sekreteri Erkmen projenin kendilerine ait olduğunu şu sözlerle açıklıyordu:

“Genellikle bizim seçim beyannamemizde ileri sürdüğümüz hususlar yer almaktadır” 

Bir başka anlatımla, AP, yapmak istediği anayasa değişikliklerini askerin baskı gücünü kullanarak hayata geçirmekteydi.

1971 Anayasa reformlarının en önemli hedefi temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıdır. 1961 Anayasasının özgürlük-otorite dengesinde özgürlükleri otorite aleyhine genişlettiği düşüncesiyle temel hak ve özgürlüklere sınırlamalar getirilmektedir. Anayasada özgürlükler düzeninin temel ilkesi “serbestlik” iken, bu ilke “sınırlama”ya dönüştürülmektedir.

1971 ANAYASA REFORMLARININ HEDEFİ HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN SINIRLANDIRILMASI

1971 Anayasa reformlarının en önemli hedefi temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıdır. 1961 Anayasasının özgürlük-otorite dengesinde özgürlükleri otorite aleyhine genişlettiği düşüncesiyle temel hak ve özgürlüklere sınırlamalar getirilmektedir. Anayasada özgürlükler düzeninin temel ilkesi “serbestlik”iken, bu ilke “sınırlama”ya dönüştürülmektedir. Düzenleme 1961’deki temel haklar ve özgürlük sisteminden vazgeçme kararlılığını ve 1982’de sınırlı özgürlük sistemine geçişin haberciliğini yapmaktadır.

Sekiz: Hükümette tasfiye; Onbirler Olayı

AP istediği Anayasa değişikliklerini geçirdikten ve Anayasa’ya otoriter bir kıvam kazandırdıktan sonra hükümet üzerindeki etkisini artırmak istedi ve hükümetten desteğini çektiğini açıkladı. Sorun hükümet içinde Muhtıra’da sözü edilen reformları yapmak isteyen onbir kişilik gruptu.

Sonuç, AP’nin rahatsızlığını gören “onbirlerin” istifa etmesiydi. İstifa dilekçesinde AP’nin,reformlardan rahatsızlık duyduğu ve hükümet krizi çıkararak reformları baltalamaya çalıştığı açık biçimde istifanın nedeni olarak gösterilmekteydi. Reformcuların istifasıyla 12 Mart Muhtırası’nın hükümet içindeki sivri ucu törpülendi.

Dokuz: İkinci Erim Hükümeti: Reformdan hesaplaşmaya

Onbirlerin ayıklanmasından sonra kurulan II. Erim hükümetinin hedefi artık reform değildi. 

Yeni hükümet artık 1960 dönemi ile hesaplaşacaktı: Hükümetin 1972 Ocak ayındaki ilk sorunu THKO silahlı eylemcileri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamıydı.

İdam görüşmeleri sırasında Erim’in şu sözleri son derece ilginçtir:

“Türkiye büyük bir komplo karşısında kalmıştır. Türkiye’yi bölmek ve parçalamak, demokratik rejimi, Türk Devletini yıkmak için silâhlı mücadeleye çıkmış olanlar vardır. Sıkıyönetim, bunları tespit ederek, zararsız hale getirmek ve suçluları muhakeme etmek için ilân edilmiştir. Önümüze gelen kanun tasarısı, bu suçlulardan birkaçına ait bulunmaktadır. Yetkili mahkeme, kılı kırk yararak, bunlar hakkındaki hükmünü vermiştir…Mahkûmiyet sebepleri meydandadır. Memleketin şartları da malûmunuzdur…Kararın olumlu veya olumsuz tecelli etmesi hiçbir fevkalâdelik yaratmaz.”

Erim’e göre idam sorunu “Türkiye’yi bölmek ve parçalamak, demokratik rejimi, Türk Devletini yıkmak” isteyen suçlulardan birkaçının zararsız hale getirilmesidir ve zaten mahkeme bu konuda karar verirken kılı kırk yarmıştır ve artık yeniden kılı kırk yarmaya gerek yoktur. Kararın olumlu olmasının, yani idamların onaylanmasının çok büyük bir sakıncası da olmayacaktı. Bu sözlerden sonra hükümetin tarafsız olduğunu söylemek büyük bir çelişki oluşturuyordu.

Nitekim Erim üyesi olduğu Senato’da kabul oyu kullandı.

İdam sorunu “komünizm tehlikesi” çerçevesinde tartışıldı.

On: Erim hükümetlerinden Milliyetçi Cephe hükümetlerine

İdamların onaylanmasıyla Erin Hükümetleri de son buldu ve hükümet aleyhine bir gensoru önergesi verildi. Önergenin son paragrafı yönetimin artık Milliyetçi Cephe hükümetlerine devredilmesi gerektiğini ileri sürüyordu:

“Demokratik Parlamenter hür nizamın işlemesi ve gelişmesi, komünizme, anarşizme ve diktaya karşı bir «millî cephe» kurulması imkânının hâsıl olması için, yukardaki sebepler muvacehesinde… Gensoru açılmasını arz ve teklif ederim.”

Onbir: Askerin gücü ve Ürgüplü hükümetinin veto edilmesi

Cumhurbaşkanı 29 Nisan’da hükümeti kurma görevini Suat Hayri Ürgüplü’ye verdi. Ürgüplü, Ecevit yanlısı bazı bakanlara da yer verdiği bir kabine oluşturdu ve Cumhurbaşkanı’na sundu. Ancak askerlerin itirazı üzerine Cumhurbaşkanı kurulan hükümeti veto etti.

Bunun üzerine hükümeti kurmakla görevlendirilen Ferit Melen’in öncelikleri komünizm, aşırı sağ ve bölücülük üçlüsüyle mücadeleydi.

Bu çerçevede otoriter anayasayı pekiştiren 1973 Anayasa değişiklikleri yapıldı. Bu değişikliklerden en önemlileri Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluşu ile gözaltı sürelerinin uzatılmasıydı.

Şimdi bu çalışmanın temel tezi olan soruyu soralım: 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleri anayasayı yapanların eğiliminin anayasaya yansıdığı tezini doğrulamış mıdır?

Kesinlikle evet. Otoriter eğimli aktörler özgürlükçü anayasayı otoriter anayasa rotasına sokmuşlardır.

Bu yönüyle 1971 Muhtıra’sının 1960 ve 1980 Darbe’sinden farkı şudur: 

(a) 1960 Darbesi’nden sonra askerler sahnenin köşesinde durmuş ve mümkün olan demokratik bir yapının özgürlükçü bir anayasa yapmasına izin vermişlerdir.

(b) 1980 Darbesi’nden sonra askerler sahnenin her tarafını kuşatmış ve otoriter eğilimlerini anayasaya doğrudan yansıtmışlardır.

(c) 1971 Muhtırası’ndan sonra askerler sahnenin tepesine oturmuş ve otoriter eğilimli bir siyasal iktidarın otoriter eğilimlerini anayasaya yansıtmasına olanak tanımak için baskı öğesini tepede görünür kılmışlardır.

Yorum Ekle