Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz'la belli bir süre aynı koğuşta kalmıştım. Gardiyanımız, o blokta kalan tüm koğuşların ekmek ve karavanalarını ikimize taşıtırdı. O ağır yükün altında tekmelenir, ağza alınmaz küfürlere maruz kalırdık. Gardiyanlar, idarenin onlara verdiği özel emirle bize böyle davranıyorlardı. Çünkü idare, özellikle halka öncülük yapan aydınları boy hedefi haline getirmişti. Bir gün gardiyanımız Nurettin Yılmaz'ı tokatladıktan sonra, "Biliyor musun ben seni niye tokatlamıyorum?" diye sormuştu. "Bilmiyorum komutanım." Cevabı üzerine gardiyan, "memlekete gittiğimde, herkese ulan ben milletvekili dövmüş adamım, diye poz atacağım." Demişti. Genellikle halk kesimine mensup gardiyanlar milletvekili, doktor, mühendis, öğretmen gibi diplomalı kişileri döverek komplekslerini de tahmin ediyorlardı.
İç Hizmetler Amiri Esat Oktay Yıldıran, cezaevinin Azrailliydi. Her şeyi o yönlendiriyordu. Hakkını vermek gerekir ki, gerçekten uzman bir işkenceciydi. Büyük bir ihtimalle, CIA yönetimindeki Panama Kontrgerilla Okulunda eğitim görmüş bir uzmandı. İnsanları aşağılayıp teslim alma konusunda yetenekli, uzman bir kişiydi. Gardiyanları motive etmede ustaydı. Yeni projeler üretir ve onların pratiğe geçirilmesini bizzat nezaret ederdi.
Siyasi grupların öncü kadrolarına, toplumda yüksek sosyal statüye sahip olanlara ve aydınlara karşı özel bir uygulaması vardı. Bu konuda gardiyanları motive etmek için, onların ego, özlem ve duygularından yararlanırdı. "Bu vatan haini Kürtleri okutmuş mühendis, öğretmen, doktor, avukat yapmışız. Yine beğenmiyor, devlete baş kaldırıyorlar. Sen öz ve öz Türksün ama ilkokul mezunusun. Bunlar sizin hakkınızı yiyorlar. Hem sizin hakkınızı yiyorlar hemde 'askerler sömürücüdür.' Diyorlar. Biçiminde sözlerle gardiyanları diplomalı tutuklulara karşı kışkırtıyordu. Yüzbaşının böyle şeyler söylediğini nereden biliyorsun, diye düşünebilirsiniz. Bir insan eğer iyi bir gözlemci olursa, gardiyanların ağzından çıkan bazı sözlerin, onlara ait olmadığını hemen anlar. Örneğin; Koğuşumuzda bulunan aydınlara daha fazla işkence yapılması esnasında, sıradan bir askerin, "ulan demek askerler sömürücüdür ha! Vay ulan oruspu çocukları, bak ben ilkokul mezunuyum, sen ise üniversiteyi bitirdin. Kim kimi sömürüyor ha, vatan haini!" demesini nasıl yorumlarsınız? Siz hiç hayatınızda askerlere sömürücü diyen bir devrimci, sosyalist insan gördünüz mü? Bunu, cezaevinde kim ve niçin uydurabilir? Belli olmuyor mu?
Bir gün gardiyanımız, beni koğuş dışına aldı. Ben karşısında kural gereği hazır olda dururken, o yediği portakalların kabuklarını yere atıp, postasıyla çiğniyordu. Portakalı yedikten sonra konuşmaya başladı. "Bak biraz önce hücrelerin koridorundaki boklu zeminde dolaştım. Şimdi sen boklu postalımı sildiğim bu kabukları yiyeceksin. Kaç senedir portakal yemedin. Hadi mühendis bey, bu kıyağımı da unutma" dedi ve bana bu kabukların hepsini zorla yedirdi.
Bundan büyük bir haz almıştı. Bu gardiyanın durup dururken bana bunu yapmasının sebebi ve anlamı ne olabilir?
İç Hizmetler amiri proje belliydi. Gardiyanların kariyer sahibi kadrolara karşı kışkırtarak bizi daha fazla ezmek ve onurumuzu kırarak bizi teslim almak istiyordu. Çünkü o, aydınların cezaevinde oynadıkları bilincindeydi. Tüm yasak, baskı ve işkencelere rağmen donanımlı sosyalist aydınların kitleleri moralize ettiğini, kitlelere öncülük ettiğini, savunmalar konusunda yol gösterici olduğunu, kısacası insanların umutsuzluk ve karamsarlığa düşmelerini engelleyecek bir işlev gördüklerini biliyordu. Halk kitlelerini, bu öncü kadrolardan mahrum bırakmak için bu donanımlı aydınların ezilip, pasifize edilmesi gerekiyordu. Bunun için donanımlı sosyalist aydınlar, idarenin baş hedefiydi.
Uygulanan şeytani yönetim anlayışı sonucunda, insanlar sindirilmiş, birbirinden yalıtılmış bir konuma getirilmişti. Her geçen gün hastalananların, itirafçıların, delirenlerin ve ölenlerin sayısı artıyordu. İnsanlar mahkemelerde kendilerini savunmaktan korkar hale gelmişti. Estirilen terör yüzünden, avukatlar da görevlerini gerektiği biçimde yerine getiremiyorlardı. Görevini yapmaya kalkan cesaretli avukatlar, işkencelerdeki bazı tutukluların ifadelerine eklenen düzmece ithamlarla, örgüt üyesi olmak suçundan tutuklanıyorlardı.
Diyarbakır 7. Kolordu Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde savunma hakkı adeta yok edilmişti. Yargılandığım davadaki tutuklular olarak biz, ekstra işkenceyi göze alıp kendimizi savunuyorduk. Bazen avukatlarımız, "Müvekkilimin görüşlerine katılıyorum." Derlerdi. Oysa doğal olanı avukatların konuşması, sanığın da "Avukatımın görüşlerine katılıyorum." Demesiydi ama Diyarbakır da dünya adeta tersine dönmüştü.
Bu vahşi tablo içinde insanı güldüren garipliklerde vardı. Bunlardan en çarpıcı olanı, uygulamalardaki çelişkilerdi. Türkiye'de iktidarı ele geçiren tüm askeri rejimlerin yöneticileri, Atatürk'ün izinde olduklarını söylemiş ve onu taklit eden uygulamalarda bulunmuşlardır. Diğer askeri rejimlerde olduğu gibi, 12 Eylül generalleri de, bir okuma yazma seferberliği ilan etmişlerdi. Bu seferberlik, cezaevinde de uygulamaya konulmuştu. Koğuşlarda okum yazma bilmeyen kişilerden gruplar oluşturuldu ve başlarına birer öğretmen verildi. Gardiyanlar, Türkçe bilmeyen bu insanlara bir hafta içinde okum yazma öğretilmesi emrini verdiler. Her gün öğrencileri sınava tabi tutuyorlardı. Yapılan eğitimi beğenmedikleri gerekçesiyle öğretmen ve öğrencileri dövüyorlardı. Her şeyde olduğu gibi, bu işinde işkence sebebi yapılması, genel uygulamanın bir parçasıydı.
İşin komik yanı şuydu: Devlet lütfedip küfür ve dayakla tutuklulara okuma yazma öğretiyordu, ama sevdiklerine mektup yazmak, gelen mektubu okumak, gazete, dergi ve kitap okumak yasaktı. Yani okuma yazmayı öğrenmek mecburi, ama okuyup yazmak yasaktı. Yani Diyarbakır Özel Askeri Cezaevi'nde de Kürtler Allah'ın izniyle birinci sınıf vatandaştı. Okuryazar olabilirler, ama okuyup yazmazlardı. Nasıl, aklınız mı karıştı? Aman efendim aklınız niçin karışıyor, anlamıyorum. Burası Türkiye ve bizi askerler yönetiyor.
DEVAMI HAFTAYA...